28 Nisan 2010 Çarşamba

Naylon Çadırları Unutmamak...



Önce; 1 Mayıs 2008 de ne yazdığımı okudum;

Bugün, yine Sular İdaresinin çatısında otomatik silahlı insanları görünce aklıma 1977 geldi... beklemeye başladım, ne zaman aynı görevi ifaya başlayacaklarını...

Anılardan konuk olmuş bu kişileri bugün bile hala yetkini, yetkilisi başlarını bir sağa bir sola döndürerek kaşları havada "kim olduklarını" birbirlerine sormayı sürdürüyorlar...

"Şeytan aldı götürdü satamadan getirdi..."

Elverdi'nin başına ne geldi....
Sivas'ı yakanlara karganın kılavuzluğunu yapan belediye başkanı Karamollaoğlu'nun başına ne geldi...
Onların değil ama halkın başına getirildiler, fedakarhane cahil cesaretlerinin bedeli olarak...

kısaca onlar da meclis çatısını alttan ceylan koltukların koynundan seyrettiler...

Eh nasılsa kimlikleri hala belirlenememiş olduklarından, büyük bir olasılıkla yukarıda sıradan akla gelen isimlerin yan sıralarına oturmuşlardır da dini kimseye kaptırmayan yine bizim şaşkınlar başlarını bir o yana bir bu yana sallamayı sürdürüyorlardır... belli mi olur ?

Ömrüm neredeyse geçti gidiyor, Kültür Bakanlığı kapatılmış ya da diğer deyişle giydirilmiş olsa da çatı kadrosunun atamaları hala münhal kadro olarak ciddiyetini korumakta...

Biliyoruz ki; gerçek adalet öteki tarafta tecelli edecek, her ne kadar bizim şaşkınlar akıllarına bir türlü getiremeseler de. Ama itirazım var, adalet ikinci yarıda gerçekleşecekse bizim bu Dünya'da işimiz ne ola ki?

Ne yani; Hastaneyi bombalayanlar yarın kucağında ateşlenmiş çocuğu ile Acil'den girdiklerinde "Siz en iyisi, yeşil seymayeyle sulanmış o özel Hastanelere gidin, onlar baksın" mı denecek ?

Doğrudur, bizim cahil aslında kendi aklını copladığının farkında olamayacak kadar karanlığa batmış... cehalet batağında boğulacak kadar zikir içinde... zifir içinde...

Halbuki iktidar aynı iktidar, muhalefet aynı muhalefet. Ama işçi o işçi değil. Yazının yazıldığı zamanlardaki terörü yaratanlar işçiler, emekçiler değildi ise müsebbibler böylesi bir tornistana neden yelken açtılar ? diye soruyorum kendime.

Orduya, yargıya bunca yüklenecek gücü olan emperyalist ABD ve bedevi çadırları içine kurdukları oyuncak sarıklı kuklaları, Cumhuriyeti iki basamağa kadar yükseltmiş $ maaşlı tatlısu solcuları, deşifre edilmekten dahi çekinmeyen fütursuzlar neden geri adım atmış gözükmekteler. Hatta ileri gidip Sosyalistten çok Sosyalizmin arkasında olduğunu iddia edip de inanmadıkları kararlara "Hayır" diye bir türlü el kaldıramayanlar, Tekel işçisini Abdi İpekçi parkında deniz niyetine parkın süs havuzuna dökmeye kalkışanlar; bu gün emeğin yeniden dirilen direnişinin kokusunu aldılar sanırım.

Sözün özü; eski magazin alışkanlığıyla Hidayete erenlerin Beyaz Piyanosuna saplanmadan, Emperyalizmin bunu paşa paşa kabulleneceği sanılmasın. 1 Mayıs verilmiş bir hak gözükmekte, kazanılmış değil. Eğer ki; o gün Hükumet alanlarda 4C yi kaldırdığını açıklarsa anlam kazanacağı kuşkusuz. Zira, peşkeş uğruna yitirilen gerçekte iş değil kurumlardı, ülkenin bağımsızlığıydı ve bu yüzlerine tükürükler saçarak haykırılmıştı... yoksa o da mı unutuldu, aradan bir mevsim bile geçmeden. Kazanılmış hakları; "İstedikleriniz, bu ülkenin kıt kaynaklarını hovardaca savurmaktır, yoksulun boğazından kesip size verecek değilim" diye nitelendirenler bu gün Demokrasi havariliklerine işçi dostluğunu da eklediler, işçilerin unutacaklarını varsayarak. Fındık üreticisinin bir seçim öncesi yaptıkları yinelenmesin. Hele ki, yandaş sendikaların tuzağına düşüp de yaşadıklarını, yaşatılanları bir gaflet içinde akıllarına getirmezlerse, 1977 nin 1 Mayıs'ında fotograftaki, şimdileri elleri yağa, bala bulamışlarca katledilmiş emekçilerin kemiklerini sızlatacakları unutulmamalı, kemiklerin sızım sızım sızlatılmasında hiçbir sakınca görülmeyen günümüzde...

Selam olsun; Emeğin Bayramını bir emekçinin kararlılığında, tutarlılığında kutlayanlara...

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

19 Nisan 2010 Pazartesi

Tembel Teneke...


Yoo, yoooo... sakın hepinizin başından geçmiş bu tadı tuzlu anılarımdan söz edeceğimi zannetmeyin. Fotograf, tarihi dışında açıklanmaya gerek bile duymuyor, karedeki tek erkek ben olduğumdan. 1966 yılında Ankara 19 Mayıs Stadyumu’nda bir 23 Nisan kutlamasından.

O günlerin soluğu burnuma kaçıpta kırıtırken, unuttuğum kimi ayrıntıları aklıma getirdi. Örneğin; çok da iyi tanımadığım fesli insanların yaşadığımız ülkeyi yabancılara sattıkları..!.. İstanbul’un göbeği yetmezmişcesine Anadolu’da Schengen vizesiyle efeler gibi dolanan AB simalı askerler. Beynimin küçük ya da henüz yeterince gelişimini tamamlamamış olmasına bağlayarak bu olanları aklım bir türlü evirip çevirip ne demek istendiğini anlayamazdı, o yıllarda. Ne satmışlardı, parayı kim almıştı, ne yapmıştı onca serveti, alıcı aldıklarını ne yapmıştı ? Tarihi tahayyül etmekte son derece zorlanırdım. Zira; madem bu anlaşılmaz ticaretle ülke elden gidiyordu ise neden onca halk oturduğu yerden gıkını bile çıkartmamıştı. “Olsa olsa kırk Haramiler masalındaki Ali Baba misali, sandıkları kaçarken yanında götürmüş olsa gerek” derdim. Bir de hadi ülke bizim olduğu için cansiperhane davranmamız anlaşılır gelse de yedi düvelin canını ortaya koyması anlamsız gelirdi.

Özetle; kimse bize bağımsızlığı anlatamıyordu, zira biz hep özgürmüşcesine aklımız esarete bir türlü yol veremiyordu. Etkileyen ayrıntılar ise; “falaka”, “rahle” üzerinden bilmediğimiz bir dilin öğretilmesinin dayatılması, işgal kuvvetlerinin yerleşik halka yaptığı "zulüm". Bir de yaşadığı şaşalı yaşamı yitirmeme uğruna yabancıların her dediğine gözü kapalı, tuğrasını parmak ucuyla gösterilmiş her yere basan çok eşli Padişah. Küçük aklım, seyredip de yorumlayamadığı siyah beyaz Cahide Sonku’lu filmlerden etkilenerek zaman zaman aşkı uğruna kendi kasasını soyan veznedarı aklıma getirerek Harem’deki tutkulu cariyelerin müsrifliğini bile düşünebilmişti.

Sonuç; baştakilerin müsrif, bencil, haris olduklarından hiç kuşkum yoktu. Ama ne yalan söyleyeyim, onları çok da suçlu bulmuyordum. Asıl bana ters gelen Saray’ın bir kaç yüz askerinin hakkından bir ülke dolusu insan neden gelmeyip maydanoza ayak uydurmuş bülbülü oynuyordu ? Sanki, tükürülse boğulabilecek kadar basitken, neden iş yokuşa sarmıştı. Oysa Atatürk, bir avuç arkadaşıyla halletmişti onca işi, adeta. Padişah’a postasını koyunca adına idam fermanı çıkartılmış, bunun üzerine O da dönüp “hedi len ordan” demiş, esmer sakallıyı apar topar bir faytondan indirip bir tekneye bindiren yabancılar kendi ülkelerine kaçırıvermişti. Bu, bu kadar basitti, çocuk aklımda.

Halbuki sınırlarımızın ötesine de ötesindekilere de hiç ihtiyaç duymamıştık o güne kadar. Elma, armut, leblebi, fındık, ekmeğimizin unu bize yetiyordu da artıyordu bile. Okumuzu, sapanımızı, telden arabamızı, tornetimizi kendimiz yapıyor, cevizleri ağaçtan toplayıp “hangi baş” oynayabiliyorduk. Oyun aralarında bazlama arası kıllı tulum peyniriyle karnımızı doyuruyor, pekmez içip daha uzun süre koşabiliyor, yorulunca da herhangi bir evden hakiki limonata içip susuzluğumuzu giderebiliyorduk. Kapı gibi ağaçlarımız, bahçelerimiz, derelerimiz, bağlarımız, tarlalarımız, dağlarımız vardı. Kuşları uçarken ayırd edebiliyor, hangi ağacın dalından uçurtma iskeleti yapılabileceğini, paket kağıdının neyle ve nasıl yağlanıp inceltilebileceğini bizden daha iyi kim bilebilirdi ki. Tüm ihtiyaçlarımıza bunlar yeterliydi. Aksilik olursa göğüslerine sulu burnumuzu dayayabildiğimiz ailemiz, komşularımız, mahallelimiz vardı.

Çok sonraları anladım ki; olanları anlayabilmem için önce kaybedip sonrasında kazanmam gerekiyormuş, tıpkı bugün kadınlarımızın içine düştükleri durum gibi.

Anlatılanları özetler mi bilmem ama “Hamarat annenin tembel kızı olurmuş” derler. Sanırım doğru.

Bugünlerde her sabah inceden inceye düşünülmüş başka bir ayrıntı ile karşılaştıkça; Atatürk’ün ne kadar hamarat bir lider olduğuna tanık olsak da sırtını peke dayamış bir halkla gelinebilinen yer ancak burası olabilmiş. Elimizdeki daha doğrusu cebimizdeki sermayeyi sonuna kadar tüketmiş, tüm atış haklarımızı kullandığımız için artık iş, sil baştan yeniden aynı yolu kat etmeye geldi.

Özetle; yok pahasına, iznimiz dahi olmadan pazarlanmış kurumlarımızı yeniden geri almak için ardımızda ne AB ne de ABD’ye dayamadan, hakkı verilip pastırmayla iftar edilmemiş, kara zeytine omuz vermiş bir oruç kıvamında, kararlılık ve tutarlılık içinde bağımsızlığımıza kavuşmak için tüm sıkıntılara göğüs germenin günü gelmiştir. O yıllardaki bu çaba “Kurtuluş mücadelesi”, verilen mücadele de “Kurtuluş Savaşı” olarak adlandırılmıştı, sonraları. Zaman içinde kantarın topuzu “Vatan, Millet, Sakarya” diye kaçırılsa da bir fotograf karesinin dışına taşarak sırtında, kundakta mermilerin taşınmasındaki fedakakarlık, vefakarlık sanırım işte bu aynı saatlere denk düşüyor.

Atatürk, çocuk, sevgi iyi niyet üçgeni istismar edilerek çarpıtılmış, bayramın adındaki tüm gizemin “Ulusal Egemenlik” te yattığı gerçeği bilerek ya da aymazlıkla perdelenmiş.

"Bağımsızlık benim karakterimdir” diyen bir kılavuzun ardından kaybedilenleri, yeniden kazanacağımız günlerin mavi ve aydınlık umuduyla,

23 Nisan ULUSAL EGEMENLİK ve ÇOCUK BAYRAMINIZ
KUTLU OLSUN.

ahmet haluk başaklar

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

11 Nisan 2010 Pazar

Bu gelen Kaçıncısı ?


Mükellef bir bahar yaşanmalı
“İkincisi ne zaman ?” deme gafletinin öncesinde.

Sahi;
Hiç gerçek baharı gören var mı ?,
Yoksa görülenlere bahar mı denilir
Ömrün geri kalanını da avutmanın ninnisinde.

Bir çocuk büyütülebilir mi örneğin
Soy sop taşımanın kaygısızlığında ?
Bir kedi yavrusu beslemenin farklıcalığından çok
Yavrunun sevilgenliği mi çöker omuzlara ?

Kavak ağacının damarlarından yukarılara
Yüksek tansiyonla hiç tırmanılır mı ?
Çelik gibi, kısrak gibi, yeşillenmiş filizi
Doyurursacına tıka basa.

Damızlık bir boğa gibi kızışmaktan göz döner mi hiç ?
Çoşkuyla çağlayıp
Durduralamayan gücün
Öne çıkan ne var ne yoku
Sürüklediği koyakta.

Anlatılanlardan daha çok anlatılacak olduğu
Hiç düşünülür mü?
Hani elden gelse,
Konuşulacakları bir cümlede toplamak,
Sonu olmadığından
Noktaya dahi yer bulamamanın burukluğuyla
Konserve kutusuna savurttulan
Tekmenin tıngırtısında.

Her geçen gün düne göre iki misli sevilebilir mi ?
Toprak su, çiçek böcek demeden.

Kabarmış toprak avuç içinde ufalanırken
“Sapıklık belirtisi mi acaba ?” diye
Kuşku duyulur mu un ufaklarda?

Yoksa saksıda açan bir tomurcuk
Günlük yaşama da renk verebilir mi ?
Söylenen şarkılar eşliğinde
Üzerinden kayıp giden buğularda.

Yoldan geçen kızların ardından
Savurttulan o çapkın ıslık
Bir köknarın gövdesi için de
Aynı şevkle çalınabilir mi ormanlarda?

Kan bağı olmayana
Karşılıksız “A” yazması öğretilebilir mi ?
Belki de bir gün
Onun yazacaklarının
Okuyucusu olabilme umudunda.

Uzanıp tarlanın ortasına sırt üstü
Gökte sevişen bulutların üzerinde
Hayaller kurulabilir mi?
“Ceptekilerle akıldakiler yer değiştirse,
N’olur ki ?” nin eşiğinde.

İsteyene,
Mangal yüreklerdeki Nevroz’dan
Bir meşale yakıp verilebilir mi ?
“Akıp giden hayat kararmasın” ın
Tedirginliğinde.

Bahar dumanlı bir bataklık
İsteyeni derinliklerine çektiği,
Son salâ okunduğunda
Aslında onun da sonunun geldiğinin mateminde.

Yalnızca birincinin hayali kurulur hep
İkincilerin medetinde.

Adına bilmem kaçıncı bahar denirse de,
Düşülmüştür bir kere artık
O kraterin ergimişliğine

Geri dönüş de kalmamıştır
Ne yaza ne zemheriye
Sessizlikteki serzenişlerde.

Yalnızca çırılçıplak bahar olunur artık
Baharsa zaten hayat
Sıksalar adamı
Sanki içinden buram buram yaşam fışkırır
Damlaların deminde.

Yaşama yapışılmamışsa eğer elle, kolla, yürekle
İkincisi geldiğinde
Çoktan kurumuş bir reçine olarak bulunur
Ormanın içindeki ağaçlardan birinin
Kavlamış kabuğunun üzerinde.

Hala yaşanılamamışsa birinci bahar
Zaten ikincisi olmaz ki bunun
Aslında çoktan ölünmüştür
Nefes alıp vermelerin
Yalancı görselliğinde.

ahmet haluk başaklar

10.11.2003

“kırk, ikincisiyse;
ellide üçüncüsü mü gelecek ?”

“Balık Tutan Şaşı Kedi Sokağı –Mavi”

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

1 Nisan 2010 Perşembe

Paralı Askerler



Boyumun yine yaşımdan kısa olduğu yıllardı. İlkokulun ilk sınıflarıydı. Okumayı sökmüş, annemin kendi yaratıcılığıyla ürettiği ve üzerinde kelebek gibi kondurulmuş kırmızı kurdeleyi taşımayı bırakmış, ortadaki uzun teneffüslerdeki beslenme saatinde güğümlerde kaynatılıp hademelerce naylon bardaklara boca edilmiş Amerikan yardımı süttozundan üretilmiş sütü artık beğenmez olduğum bir çağa girmiştim.

Halbuki, bu okula ilk gelişim aklıma geliyor. Birinci sınıfın ilk yarısında babamın küçük kasabadan büyük şehire tayin olmasıyla yaşamımızdaki değişimlerin de başladığı bir döneme geçilmişti. Müdür’ün ille de beni görerek okula kabul etmesi garip gelmiş olsa da yine de üzerinde pek durmamıştım. Zira geldiğim yerde çocuklar okula gelsin diye gözlerinin içine bakılırken, bu kendini ağıra satmanın “şehirliliğin yüklediği bir başka bilinmezdi herhalde” diye iç geçirmiştim. Eğitim yılı başlayalı bir kaç ay geçtiğinden sınıftaki şehir çocuklarının birbiriyle kaynaştığı bir ortama üç numara saçlı, tarlaların genişliğine alışık, büyük şehrin yaşanan sıkışıklıklarına anlam veremeyen, ağzı her an küfrün baharat yelpazesinden bir seçme, derleme sunabilecek fütursuzlukta, uçurtmasının ipi jiletlenmesinin, gıcır misketlerinin kapışa gitmesinin kaşarlanmış deneyiminde, çoban köpeklerinin aslında şehirlileri korkutmak için yaratıldığına inanmış, hangi ağacın çatalından sapan, evdeki bitmiş makaralardan telden arabayı kendi başına üretebilecek ustalıkta, savaşta gördüğü işkenceleri geceleri rüyasında görüp de avaz avaz haykıran dedeyi tek başına elini tutarak acelesiz uyandırabilecek cesarette, yağmurdan çıplak başı ıslanmasın diye köyün çocuklarının alaylarına omuz döndürüp babasının fötr şapkasını başına geçirip okula gidebilecek serserilikte, annesine karşı geldiği için taş olmuş çocuğun yeniden canlaması için kayasının başında ellerini açıp dua edebilecek umutta, salatalığı patlıcanı dalından, armutu ağacından koparmış, geceyarısı onca ışıksızlığa inat seksenlik dedeyi peşinde sürükleyip kasabanın girişindeki askeri alayın gazinosunda eğlenmeye kaçmış ana babasını bir baskınla dışarı çıkarabileceğine inanmış gözü karalıktaki beni, alıp en ön sıradaki iki şehirli kızın ortasına oturtuvermişti öğretmen.

Bir şehirde yaşamayı yavaş yavaş, baka baka, söylenenlere kulak vere vere öğrenmeye çaba göstermişsem de bazı ayrıntılar vardı bizzat deneyimlerle öğrendiğim. Mesela; büyük caddede karşıdan karşıya iki kez, dönen lastik tekeri üç beş santimden görmem motorlu taşıtların sahiplerinin gerektiğinde övünçle söyledikleri içindeki bilmem kaç beygirin aslında benim bildiğim atlar gibi canlı olmadıklarını, dizginlenemeyen hayvanların motorun içinde değilde sürücünün beyninde olduğunu öğretmişti. Daha sonraları şimdiki gibi belli kazalar olduktan sonra trafik ışıkları konarak can güvenliğimi teminat altına almıştım. Eski ancak yenilenmeye yüz tutmuş bir mahalle oluşu arkadaş bulma sorunumu had safhaya getirmiş. Oyun alanları caddeler, kaldırımları, daraltılmış apartman bahçeleri, zemin katları ve orada oturanların da bir alay çocuğun bağırış çağırışlarına olan dayanamamaları beni ev oyunlarına iyiden iyiye itelemişti. Tam bir kale feth edeceğiz ki; karşı apartmanda oturan vezir piyano, üst katlarda oturan bir müzik öğretmeninin oğlu olan kara birlikleri komutanı da keman dersi için ağlatıla ağlatıla evlere çağırılırdı. Ha şimdi ne oldu diye sorarsanız, kemancı sonraki yıllarda tambur, yaylı tambur, ney derken ünlü bir bestekar hem de saz ustası olarak ülkece dinlenmekte. Diğeri zaten köklü bir aristokrat ailenin tek erkek çocuğu idi. Bir şey olmamışsa da biz yine onu bir şey diye bilmekteyizdir de ben hatırlamıyorum isimlerini, kimliklerini. Ha bir de caddenin karşısındaki apartmanda yaşlı, çocuksuz bir karı koca vardı. Ve kadın çok güzel ud çalardı. Yaz akşamları trafik sesi kesildiğinde o çalar, eşi amcabey de bir dublesini parlatır, ana babalar da balkonlardan mırıltılarla eşlik ederlerdi. Bir de onların yan apartmanındaki biri soprano diğeri bariton olan operacı karı koca, kimi gecelerde onlar da birer arya ile kulaklara farklı tadlar bırakırlardı. Onların da çocuklarının olmamasına karşın bir yeğenleri, ailesi başka şehirde oturduğu ve okuduğu okulu değiştirmemek için onların yanlarında kalırdı. O da bir çoğumuzun hüzünlendiği şarkıları dilimize bulaştırmış, daha sonraları tiyatro, ardından sinema, şimdilerde de magazine meze olmuş bir ünlü olarak hem ününü hem de dününü sürdürmekte.

Böylesine bir çevrede, kendime tek başıma sıkılmadan oynayacağım ev oyunları icat etmeye başladım. O yaşlarda evde oynandığından satranç öğrenmiştim, her ne kadar çoban matını beceremesem de. Yani satranç taşlarım vardı öncelikle elimde. Onlarla törencilik oynardım, halıların üzerindeki kral yollarında, mabeynlerde, burçlarında, altarlarında. Ancak eski halıların üzerinde otuziki şovalye kuzey ülkelerinin metrekareye düşen nüfus tenhalığında olmaları beni yeni ordu türlerine yöneltti. Kapış korkusunda artık sokağa çıkaramadığım gıcır misketler devreye girmişti. Onlar artık topçu birlikleriydiler. Yani yeni ordu daha uzun mesafelerde daha çevik oluyorlar, ataklarında zaman kayıpları en aza düşüyordu. Bir süreden sonra savaşılan karşı cephenin de hayalilikten kurtulma gereği doğduğunda da işte o meşhur bozuk paralar bu rol açığını kapattılar. Hem görüntüsü bilinen ordudan açıkça ayırdedilebiliyor, hem de üzerindeki değerler ve tabii ki büyüklükleri de apoletlerini düşünmeksizin ortaya koyuyordu. Ancak bir sorun vardı. Ne kadar çok para o kadar çok asker demekti. Yani paraya ihtiyacım her geçen gün artıyordu. Her oyun için ilk önce annemin evde olması, bozukluklarının cüzdanından alınması, tam savaş kızışmışken annemin pazara gidesi tutası, geri geldiğinde de ordunun büyük bir kısmının telef olduğunu öğrenmem beni yıldırıyordu. Aklıma gelen çare, benim harçlıklardı. Yani; bir günde iki simit iki sade gazoza yetebilen okul harçlığımdan önce bir simit, sonra bir de gazozu feragat edip arttırmak beni ne kadar çok savaşçıya kavuşturduğunu görerek iyice özendirdi. Bu noktaya açıklık getirsin diye şimdinin kolalarının emsalleriyle üç sade gazoz içilirdi. Belleğim şaşırtmıyorsa, simit 2,5 Kr, gazoz 5 Kr. idi ve toplam 15 Kr. harçlığım olurdu. Okulun yakınlığından, giderken ihtiyaç duyulmayan dolmuş ise 20 Kr. idi. Hergün orduya katılan üç beş asker hızla birlikleri bölüklere, tümenlere dönüştürdü. Aralardaki Bayram harçlıkları bütün verildiğinde hemen eksik kadrolardaki açıklara göre bozukluğa dönüştürüyordum. Yeni kurulan bu cephenin askerleri kimi zaman bir kaleye hücum edeceklerse, kule olabiliyorlar, yanyana vurulması zor hedefler haline gelebiliyorlar, hızla taarruz bölgesini çembere alabiliyorlardı. Satranç taşları hantaldı. Halının tüyleri hareket kabilyetlerini azaltıyor, havalanan bozukluk kamikazelere kolay hedef oluyorlardı. Onların seramonilerinin ihtişamından başka cezbedici yanları da kalmamıştı. Bir an geldi “bizimkiler” “düşman”, “düşmanlar” ise “bizimkiler”e dönüştü. Hatta satranç şovalyeleri kimi zaman kutularından halı sahalara bile çıkarılmaz oldu. Bir tarafta topçu misketler, diğer tarafta da cengaver bozukluklar. Gün geldi gıcır misketler de ıska atışlarla kaçtıkları somya altlarından gelişmekte olan bedenimle alınmasındaki zorluklar nedeniyle tedavülden kalktı. Peki; şimdi ne olacaktı ? Ortada tek süper güç kendi kendine tatbikat yapıp duruyordu. İşin kolayı vardı. “Yazılar” “Turalar”a karşıyı oynamaya başladım. Yarısını Yazı, yarısını Tura yüzleriyle diziyordum. Bir yandan da okulda okutulan Osmanlı meydan muharebeleri beni meydan savaşlarına iyiden iyiye sürüklemişti. Tarafların en son temaslarında “Allaaah” diye birbirine karıştırıp bir güzel havalandırıyordum. Ortalık durulduğunda da yazıları turaları sayıyordum. Kim daha fazla ise o kazanmış oluyordu cengi.

Benim bu kendi kurduğum biraz gizemli, biraz maceraperest Dünyam kansız dolu dizgin savaşa dursun, dışarıda tek maaşla idare edilmeye çalışılan bir Dünyadan bihaber hayallerde uçuşuyordum. Yani; kaç cengaver bir ekmek ettiği ya da bir ekmeğe kaç cengaver feda edildiğinin farkında değildim. Bu benim iç cepheden görünüşüm idi.

Bir de dış cepheden görünüşüm vardı ki; “Çocuk okulda tutum haftasındaki konudan etkilenmiş olacak ki harçlıklarını biriktiriyor...”

Günlerden bir gün, strateji odamda ordularım arasında tam en hassas görüşmeler sürerken odanın kapısı açıldı ve annemin kafası gözüktü.
“Bir ekmek parası çıkar mı ? Evde hiç para kalmamış da... Ben sana sonra öderim.”

Yüzümü buruşturup isteksizce ikinci ya da üçüncü yürüyüş kolunun piyadelerinden bir ekmek edecek cengaverleri seçerken annemin şaşkın bakışlarıyla karşı karşıya kalmıştım. Tombulluğuna inat ceylan çevikliğinde bir ekmeklik cengaverleri kapıcının eline saydıktan sonra soluğu yanımda almıştı.

“Bunlar da ne ?”
“Ordum” desem, ordumu tanıtmam iki günümü alacak. Başım önde öylece sustum.
“Yavrum, ne çok paran varmış senin ?... Bunlar biriktirdiklerin mi ?... Saydın mı ?...”

Ne diyeyim bilemedim. Garip bir kafa salladım, hiçbir anlama gelmeyen. Dizlerinin üzerine çömeldi ve ordumun apoletlerini saymaya, saydıklarını toplamaya başladı. Tüm yayılışım, karşı güçleri köşeye sıkıştırmam hepsi bir anda sayılmış kuleler haline dönüşüyordu, hem de yazılar turalarla altalta üstüste.

“Oğlum niye söylemiyorsun bu kadar paran olduğunu ?”

İçimden avaz avaz bağırıyorum; “Onlar para değil asker, levent, civan,...” diye. Ama kime anlatabilirim ki; o askerlerime sıradan “para” deyip sıyrılıvermişti. Onun için tek tek baktığında bozuk paraydı, yani kıymetsizdi. Ancak bu kadarı yanyana gelince.. ?

Ben kaynayan sade suyun çorbadan, o ise yazıların turalardan farkını ısrarla bir türlü anlayamıyorduk, kavrayamıyorduk birbirimizi tezat bakışlarla süzerken.

Sonunda en otoriter sesini kulaklarımda yankılatarak; “Bak sana ne diyeceğim; sana sonra öderiz, söz. Bu ara çok sıkışığız, borcumuz falan. Senden bunları alsam razı olur musun ? Ama demiştim ya söz aldığımızı sana ödemek kaydıyla... Gözünün önünde sayarız. Ne kadar çıkarsa sana borcumuz olur. Hiç olmazsa bu ay ‘kimden borç isteyelim ? ‘ derdinden kurtarmış olursun bizi...”

İşte o gün üç beş ayda bir benim ordunun kılıçtan geçirilip yeniden düzenli orduya geçme alışkanlığının miladı olmuştu.

Şimdilerde, birikenlerin dört kişilik bir ailenin ayın son on gününü idare edecek bir miktar olduğu söylenir. Ha bir de babam, kendi çocuğunun biriktirdiği, borç geçim parası olacak onca bozuklukları bütünletmek gücüne gittiğinden o işi de annem yüklenirmiş.

Daha da sonraki yıllarda düzenli ordum çok daha düzenli olarak lağvedilmesine katkı olsun diye bir kumbara önüme konduysa da kumbaranın bir kaç kez bankaya beni de yanlarında götürerek açtırmalarından hep hüsrana uğradıklarından, kumbaram para atılan açılmaz kutu olarak değil de yapıştırma işlerindeki baskı yapacak ağırlık olarak kullanılmıştı, tasarruf geleneğim özgür irademe teslim edilerek.

Sevgilerimle...

ahmet haluk başaklar
14.8.2007

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.