28 Temmuz 2010 Çarşamba

Henüz, o yılların TC kimlik nosuna ihtiyacı yoktu.

Çubuk-1956
Yürek sevdayla ilk,
Rahimden çıkmış başı çekip çıkaran
Hiç görmediğim bir ebenin
Mahir, sıcak ellerini hisettiğimde tanıştı.

“Hoş geldin bebe”
“Merhaba güzel dünyanın sıcak elleri”

Bizleri bir sayan göbek bağı kesildiğinde,
İki ayrı yürek tek çarptı,
Sevgi, yaşamak ya da yaşatmak uğruna.

“Gözün aydın kurtuldun”
“Nerede o ? Bir gösterin n’olur”

Artık en büyük aşkım,
Acıktıkça karnımı tıka basa doyuran,
Sıcacık, mis kokulu,
İçi dünyanın en güzel sütüyle dolu
Bir çift memeydi.

“Pat, pat, pat”
“Gaaak”

İlk atılan adımda,
İlk söylemimin ilk kelimesinde
Kendime aşık oldum.

“Oh çok şükür sonunda bu da yürüdü”
“Aşkama baba geyecek, bana yamyak veyecek”

Ailedeki aşık sayısı az gelmiş olacak ki,
Annemle birlikte gittiğimiz hamamlardaki,
Çevre kadınlarına vurulmaya başladım,
Sıcak göbek taşının
Sivri kenarına vurarak kırdıkları
Sarı, lekesiz, sulu Ekmek ayvalarını yerken.
Bir de,
Gözüme köpük kaçtığında
Taş sabunu başımda toklatan,
Kucakladığında hamamın kubbesini
Göbek taşından havalandırabileceğini sandığım Neşvete,

Sultanımdı.

İşi azıtıp,
Önünden her geçişte elime peynir şekeri tutuşturan
Sinekli bakkal Kör Selahattin’e,
Naftalin kokulu manifaturacı Nurettin’e,
Sinemacı Acele’ye,
Kasap Tahsin’e,
Avukat Orhan’a,
Doktor Cazım’a,
Binbaşı Vedat’a,
Simitçi Azat’a,
Kaymakam Vahit’e,
Baş öğretmen Cemalettin’e,
Vuruldum ha vuruldum.

Kopyayı baldırlarına yazdığı yerden okutmak için
Eteğini yukarı sıyırmak zorunda kalan
Sıra arkadaşıma,
Karikatür çizmeye çabaladığımız
Selçuk’a,
Erkek erkeğe birbirimize aşk şiirleri yazıp okuduğumuz
Ünal’a,
Sigara içmemize izin veren
Kahveci Kamil’e,
Yaşımızın sınırda olmasına göz yuman,
Ucuz şarap satan
Meyhaneci Baba’ ya,
Yolda, sinemada, otobüste, okulda, orada, burada
Uzun uzun kesişmelerimize rağmen
Şimdi yüzleri puslu cıvıl kızlara,
Veresiye alış veriş yaptığımız
Bakkala, manava, kasaba,
Buz tutmuş günlerde,
Sıcak dolmuş içinde çıkışmayan para için
“‘Gün gelir sen de tanımadığın birisininkini ödersin” diyen Şoförlere,
Sevgilimle tenha park köşesinde,
Görüp de arkasını dönen
Park bekçisine,
Tuttuğum sıcak ve nemli ellere bakan,
Yaşlı ve kırışık tenli ama parlayan genç gözlere,
Günde o kadar nikah kıymasına rağmen
Hala bıkkınlık gelmemiş
Kır saçlı nikah memuruna,
Umutsuzlukla gidip,
Umutla döndüğümüz
Doktora,
Çelme atanlara, terfi için taş koyan
Amirlere,
Yüzüne gülüp, arkandan dedikodu yapan
Memurlara,
Her gün başkalarına dertlerini sızlananlara,
Her gün başkalarının dertlerine sızlananlara,
Her gün kendisine dert edecek bir şey bulanlara,
Her gün gülecek bir şey bulanlara,
Kaybedenlere,
Kazananlara...

Vel hasıl;
Bıkmadan, usanmadan, yorulmadan,
Her an aşık olup durdum,
Sorma gitsin.

Ben yüreğime attıkça
O büyüdü.
Ben attım
O gelişti.
Ne kustu,
Ne patladı,
Ne çatladı.

Her gün yeni kuma getirsem de
Yürek hala o yürek,
Saat gibi atan.

Şimdi anlıyorum,
Benim için neden
Çapkın, zampara dendiğini.

Sanırım haklılar…

ahmet haluk başaklar

7.5.2001
“Bir çocukluk böyle geçti…”

"Balık Tutan Şaşı Kedi Sokağı - Sarı"

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

25 Temmuz 2010 Pazar

Dişi-lek

                                                                          fotograf: Can ÖZOĞUZ
Her ne kadar kemirgen olduğu için deseler de
Bir Sincabın gülen dişlerinden yayılan sevinç,
Ağacının dibine düşmüş
Bir palamuta rast geldiğinde
Doğadaki sonuncuyu da kendisi bulduğunu
Sanmasından olsa gerek.

Her seferinde,
Bir öncekinden
Daha güzelini bulmuşcasına gülümser
Ellerinin arasındaki kabuklu yemişe;
Evirip çevirerek nasıl çatlacağını düşünürken,
İçinin boş çıkmama şansını zorlaması da
Ensesinde bitiveren bir yırtıcıya av olması da
Cabası.

Sincabı tok tutan azı dişleri gibi gözükse de
Gerçekte onu hep dengede tutup
Sağ kalmasını sağlayan kuyruğudur.
Gülen dişleri ise
Ufacık yüreğinin
Hızlı ve küçük vuruşlarından duyduğu
Büyük mutluluğu olsa gerek.

Sanırım bu bir alışkanlık,
Bir yaşam;
Öldüklerinde bile huzurun mutluluğu görülebilir
Bakılırsa gülen dişlerine.

ahmet haluk başaklar

18.7.2003
“dişlek ile dişilek arası…”

“Balık Tutan Şaşı Kedi Sokağı – Mavi”

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

24 Temmuz 2010 Cumartesi

Çağdaş Kürtaj

Gerçekte hepimiz birer sperm olsak gerek;

Kimimiz dölleyebilecek bir yumurtayı bulabiliyor
Kafayı gözü yara yara,
Nazım gibi
Gothe gibi
Mozart gibi…

Kalanlarsa;
Bir kıvılcım alevi kadar süren hayallerde kalıyor
Ne kendine ne de yanındakilere
Bir hayrı olmadığı gibi…

Bir kazaya kurban gitmezsek,
Olsa olsa
Yetmiş iki saatlik ömrümüz oluyor ortalama
Her saatini bir yıl saymadan.

Ya bizi doğuracak canı döllüyor,
Ya da bok yolunda boğuluyoruz
Ardımızdan anılacak bir adımız bile olamadan…

ahmet haluk başaklar

22.5.2003
“kürtaja gerek yok…”

"Balık Tuan Şaşı Kedi Sokağı - Mavi"

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

22 Temmuz 2010 Perşembe

Tereke

Cahit Sıtkı Tarancı
Oturmuş televizyonda Selim İleri'nin edebiyat üzerine bir programını izliyorum, konusu "tereke" olan. Yani; bir yazar'ın, bir çizerin ya da bir üretenin bedensel göçünün ardında; yatlar, katlar yerine, gereğinde diş fırçasına sarılmış kağıtlarda kalanlarına bıraktıkları. Gidiş, genelde kapı zilinin çalınması kadar hazırlıksız yakaladığından, gün be gün artan bu "kaşıkçı elması" değerindeki; döküntüler, alel acele karalanmışlar, umulmadık yerlere tıkıştırılmışlar,... bir gün orta yerde kalacağı düşünülmeksizin yayılabilinecek her deliğe tıka basa doldurulur. Adam olanın terekesi, resmiyete kavuşturduklarından daha fazla, yayımlamadıklarından oluşmuş bir hazineye sahiptir. Fikirdir bu engellenemez; yasalara uygun düşmeyenler, özel ya da genel kimliklerle olan yazışmalar, kendi için ürettikleri ya da kendisinin beğenmediği, adaba ya da düstura yer bulmayacağına inandıkları,... yani "hadi ben yazdım, otobüs duraklarına, reklam panolarına hemen haber verin, kampanyayı patlatmanın tam vaktidir... zira vakit nakittir..."le terekesi boş olanlara inat, bilineninden çok bilinmeyenlerinden oluşur tereke.

Ancak; bir bardak çay içebildiğinde, gözlerinin görebildiklerine bir türlü "tereke" demek içinden gelmediğinden; "tereke"yi asıl "tereke" yapan ayrılık saatidir, kimini üç gün sonra kuşkulanmış komşularının, kırarak girdikleri evinin kapısının ardında bulduğunda, kimini karanlıkta düştüğü belediyenin kazdığı çukurda, kimini bir sokağın başında sırtından yediği kurşunun ucunda,... bu tarihi süreç işlemeye başlayacaktır.

Bu konuda; varlığı yaşamın ta kendisi olan Dostum Mehmet Emin Bora Üstadımın, "Zaman Kum Gibidir" başlıklı yazısında her kelimesine kefil olduğum söylediklerine, bir göz atarsak;

...
Belirli aralıklarla da olsa yazılarıma, arşivlenmek üzere bir tarafa biriktirdiğim notlarıma, çektiğim fotoğraflara, kısacası çalışma masama, bir göz atarım.
Benden sonra "kalanlar" bir anlam taşıyacak mı diye!

Çok geniş bir ailem yok.
Sülale geniş, ama parçalanmış kopuk, kopuk...
Yaşanan ve görünen odur ki bu kabilede "ilk avcı" benim.
En azından, şu an için de olsa "son avcı"da...

Dolayısıyla yeterince açıklama getiremediğim, kayda geçmediğim her belge için;
"Rahmetli (!) çok meraklıydı, otu motu (!) toplardı"dan öteye bir şey söylenemeyecek...

Geride kalanlar, bir süre saygıdan ötürü -sandık kalmadığı için- önce bavullanacak, bir kaç sene sonra da ;
"Bu neydi?" sorusu "Ne bileyim ben!" şeklinde cevaplanacağı için, şanslıysa "Seka"ya aksi takdirde "sobaya" gidecektir.

Bu memleketin makus kaderi budur.

Altın, mal mülk bırakırsanız geride kalanlar iyi sahiplenirler.
Veya öyle görünür.
Biri de bir gün, son lirasına kadar yer.
Herkes de kurtulmuş olur.

Yazı ise, yani bir düşünce ürünü ise; kıçını çok sıkarsa bir jenarasyon, aksi takdirde bir kaç yıl içinde yok olur gider.

Kaybolan 3-5 sayfa kağıt gibi görünse de, aslında bir gayeye vakfedilmiş ömürdür.
...

Bu devirde gerçekle bizi bu kadar açıkça yüz yüze getiren Dostuma yüreğine ve ömrüne sağlık diliyorum.

Bir an aklıma, o koskoca büyük kasaba nüfusuna sahip kulelerde "acaba kaç tereke bırakılmış ya da o mahşeri ateş içinde yanmıştır?"ın merakı düştü... güldüm. Dedim ki kendime; "Sen Sivas Madımak Oteli mi sandın, aynı harlı ateşi gördüğünde?"...

En iyisi ben sizi Cahit Sıtkı'nın "tereke" siyle başbaşa bırakayım...

Sevgilerimle
ahb

Ben ölürsem ölürüm bir şey değil;
Ne olursa garip eşyama olur.
Bir hayır sahibi çıkar mı dersin,
Mektuplarımı iade edecek?
Ya kitaplarım, ya şiir defterim?
Yanarım bakkal eline düşerse,
Kim bilir bu döşekte kimler yatar,
Hangi rüyaları örter bu yorgan!
El sırtında böyle zarif duramaz;
Ismarlamadır elbisem, pardesüm;
Her ayağa göre değil kunduram;
Bu kravat ben bağladıkça güzeldir;
Bu şapkayı kimse böyle giyemez.


Cahit Sıtkı Tarancı

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Düğümlenmiş Düğünler

Başımızdan bir cenaze geçtiğine göre, bir düğün yazmanın zamanıdır diyordum ki; körün istediği bir göz misali, buzlusundan bir duble içmeye gittiğimiz mekanda bir düğün ile karşılaştık, hem de hiç yadırgamadan. Zira; çok iyi biliyoruz artık; evlenmenin de bir mevsimi, hatta iki bayram arasına bile denk getirilmemesinin gerektiğini.

Oysa, bir zamanlar öyle miydi? Babanın sokağa dökecek parası varsa düğün yapar, yoksa nikah dairelerinin önündeki çingene çocuklarla köşe kapmaca oynanır, şeker kutularına dair mutlaka bir öykü yaşanırdı, dağıtacak olanın geç gelmesinden, şekerlerin gecikmesine kadar. İyisi mi, ritüeli en başa alıp alîcenap sırasını atlamamaya gayret edeyim.
Damadın; Doktor, Mühendis ya da Avukat olması durumu değiştirmeksizin, tek adres Gençlik Parkı Evlendirme Dairesiydi. Üstelik kimse de böyle bir seçimi, “Komonist”likle de suçlamazdı. Kısaca, donumuz kıçımıza göreydi. En ufak bir değişim, açıkta kalmasına neden olacağı bilindiğinden kimse de durumdan bir rahatsızlık duymazdı. Ha, o yıllarda mabadın açıkta kalması bir utançtı, şimdinin övüncüne inat. Neyse, geçersek bir kalem ileriye, altı maddelik başvuru işlemiyle başlanır, gün alındığındaki ikincil çift adres, nikah şerekcileri ve davetiyecileri olurdu. İki meslek erbabının da bir kaç sorusu aşıldığında, ne kadar davetiye, kaç adet şeker yaptırılacağı kızarmış yüzlere karşı vicahiye çevrilirdi. Davetiye adedinin, şeker adedinden farklı sayıda olarak söylenmesinin, nikah bitiminde hiç de utandırmayacak kadar doğru bir saptama olduğu anlaşılırdı. Nikah şekeri dediğin 22 tip, davetiye yelpazesi ise, tümü bir fotograf albümü kadardı. Nihayetinde davetiye dediğin bir araçtı, gelecekleri haberdar etmek için. Şeker ile verilen andaçların da çok özellikleri yoktu, nasılsa boyunlarındaki küçücük kağıtta, ortak soyadlı isimlerin yazması, nikahları birbirinden farklı kılardı. Bilinirdi ki; birliktelik konusunda ne kadar iddialı olunursa olunsun, yürütmesinin tedirginliği ense kılını dik tutmaya yeterdi. Yine bilinirdi ki, bir kısmı eski konumlarına, baba evlerine geri dönecekti. Bütün temenni, böyle bir akıbetin başa gelmemesiydi. Bu nedenle; harcanacak yüksek meblağlar için, aslanlar gibi ortaya iki senelik borç yaratacak hovardalığa da gerek olmazdı. Düğün yapmak isteyen babalarla, düğün masrafı yerine kurulacak yuvaya harcaması pazarlık konusu olur, bu nedenle kimse de züğürt zamparayı oynamaya kalkışmazdı. Şeker işinde bir kısım, aldıkları 2 metre tülden kesilip büzüştürülmüş keselere, 1 kilo badem şekerinden 3 tanesini sarmalayıp, davetiyeciye bastırılmış, o küçücük bir çift isim yazılı kağıdı köşesinden rafyaya geçirip sıkı sıkı bağlar ve gelenlere ikram ederlerdi. Ve içi şekerli olanlar; olay yerinde açılıp, kurulacak evliliğin tatlı geçmesi için diş aralarında kıtırdatılarak yenirdi. Nikah işleminden daha fazla boşanma davası açma kırtasiyesinin yaşadığı günümüzde, dullaşmanın sayısı her gün dolar kurunu zorlarken, havai fişek atmanın tedirginliği, olsa olsa bir ariflikti, sonradan ele güne rezil olmamak için.

Şimdilerde “denedik, olmadı” diyerek geçebiliyorlar, bir kalemde yaşadıklarını. Edilen “evet” sözcüğüyle neyi taaahüt ettiklerini bile umursamadan, salona giriş parçası, törende kullanılan ayrıntılar, bir kaç hayatını takıntılara borçlandırmışın dışında kimsenin de umurunda değil.

Bir de, aynısından 900 adedi evde bulunamayacak yerlere sokulmuş kaykılmış bakışlı fotografları biriktirten fotografçı ile Karagöz'ün oynandığı bir bölüm var. Üç kere ısrar edilmeden ikincisini almanın görgüsüzlük olduğuyla yetişmiş neslin bir ferdi olarak, 901. poz için; hareketsizleşip, flaş patladığında akıl, gözün kapalı olup olmadığına takılır hep. O sırada ahır kapısını aralamanın arsızlığındaki fotografçı, sağ elini havaya kaldırıp, “bir de buradan... lütfen buraya bakın” gibi mesleki repliklerini arka arkaya sıralarken, patlayan ışığın da sayısını saymaya güç yetmez olur. Nasılsa, bir süre sonra, muhabbetin en koyu anında, Merkez Karakoluna davet eden 2. Şube Amiri maskesi takmış aynı fotografçı, uyuşturucu tüccarının malını zulada satarmışcasına omuz ucunda belirir, masa altından kucağa çektiklerinin tümünü bırakıverir. “Tedavi gördüm, bıraktım” deme şansınız yok. Cevap hazır, “madem almayacaktınız, neden kafayı uzattınız” Böylesi bir gecede, arka masada süzülmüş iki kadını çekerken ben de gözükdüm diye, “bu resim sizin” iddiasıyla bitmeyen bir bilek güreşine kalkışmıştım. Sonradan öğrendim ki, kadınlar almayınca açıkgözün elinde patlamış, o da malı nakde çevirmenin şark kurnazını oynamıştı. Kısaca; fahiş fiyatlarla alkollenmiş ceplerden sağ, sağabildiğin kadar. Böylesi bir konu düğünün birinde vuk’u bulduğunda, yetkili merci olan işletme; “efendim, bile bile geldiniz bu 1.sınıf düğüne...”ye getirmiş, ben de; “kısaca; eee hemşerim, burası İstanbul... değil mi?” diye tepki verdiğimde, "gece gece bu deliyle uğraştırmayın beni"  niyetindeki Mafya babası edasında, lûtfedercesine hoşgörü sınırlarının içinde tutmuştu beni, kapkara parasını şehrin yerine göğüne sürmekten imtina dahi etmeksizin.

Yahu düğün dediğin mutlu bir olayken, kelimeler kötü yola düşürüp, yine içine etti, damadın da gelinin de. Neyse, dönersek bu akşamki düğüne:
Henüz konuklar gelmeye başlamamış, orkestra daha doğrusu solist kız ses ayarı (sound check) yap(tır)ıyor. “Bası kıs... efekti azalt... tiz... tiz istiyorum... cıkk... cıkkk. see...seee... ses kontrol, ses kontrol...” Sonunda duyulanlar, Ankara’nın kocaman gökyüzünde aynı sesi verse de çıtırık, dudağında dediğini yaptırtdığına olan şımarık inancı içinde, kuytudaki gösterilen geçici orkestra masasına oturuyor.

Konukların nerede, kiminle oturacakları önceden ayarlanmış. Aynı masada birbirlerini tanımayanların ısınma saatleri... bir müptelanın, diğerinin inanç özgürlüğüne denk gelmesi, aslan sütünün şeftali suyunu hoş karşılamamasının demokrasisi içinde son buluyor. Ama en çok kalça savurtturarak çiftetelli oynayan şulebaşlıya hayret ediyorum, Yukarıdaki’ne duy(urt)duğu mahremiyetinden kuşku duya duya. Bir masaya, önceden bildirilmeksizin getirilmiş, yerden bitme, 5-6 yaşlarında takım elbiseli çocuk ve bir diğer masaya memleketten gelen dört akraba, ayakta kalan masadaşlar arasında tebessümlü ancak dişleri sıkılmış gıcırtılı anlar yaşatıyor. Halbuki; elsivi diye okunan telefona bu sayılar bildirilmediği için, konukları düğün sahipleri yerine karşılayanlar tarafından, kurallara uyulmamasından ötürü kendilerinin sorumlu olamayacağını bildiriyorlar. Bu sahipsizleşmiş geleneklerin tüm çürümüşlüğü bir yana konsa bile, LCV yi yabancı bir terimmişcesine ELSİVİ diye seslendirmenin anlaşılmazlığı, düşülmüş çukurun olsa olsa derinliğini göstermekte, çıkılmasının Ali Baba öyküsüne dönüştüğünün göstergesinde. “Lütfen Cevap Verin” ve ELSİVİ. Altın rengi tuvaletine, aynı renk türban takmış kadın; kıvırttır sen, kıvırttır, en iyisini sen yapıyorsun bu memlekette, daha doğrusu bu memlekette olacak en iyi iş de bu zaten. Bir kısım protokol denebilecek VIP konuklar için ayrılan yerlerse, boşluktan bütün gece canları sıkılıp duruyor, teyyare olamamış bir kaidenin bile üzerlerine oturmaya tenezzül etmemesinin ezikliğinde.

Bir de karşılaşan insanların birbirlerini selamlamaları... Hanidir soracağım, kelimeler bir türlü denk düşmüyor. Bu gün itibariyle 55 yaşındayım, 10 yıl öncesine kadar toslaşarak selamlaşan kimseyi görmemiştim bu ülkenin hiç bir yerinde. Çocukken, oyun sırasında kafalarımız kazara çarpışsa, ikici kez kendimiz bilerek yapardık, aksi halde “kel olacağımız” tembihlendiğinden. Sanırım, günümüze taşınmış bir Şaman tortusu. Ama günümüzde devlet başkanlarının bile tokuşmaktan kastanyete dönmelerine bakılırsa; ritüelik bir yapıyı mı dillendiren, yoksa dört yüz satırı mı özetleyen bir allegori? Altından kalkması haylice güç bir seyirlik. Kimsenin, Şulebaş’ın bir Katolik geleneği olduğundan söz dahi etmek istemediği bir yerde, toslaşarak selamlaşmanın lafı mı olur? Öyküsü kısa; Emperyalist Vakıflara iş yapan Taşeron bir kadına sunduruluyor ve de maya uygunlaştırıldığından göl yoğurt tutuyor. Hatta öyle ki, içimden kimi zaman, kimi yerde benim bile takasım gelmiyor değil. Konseptin yaydığı imaj; “sevdiysen, tut düğümünden götür, hazır paketlenmiş... fast işi...” kadar acımasız ya da küçültücü. Bu konuyu da atlıyorum ama, kadınlar benim yaptığımı yapmasın, doktor işi.

Toslaşmanın hijyen açısından yararlı olduğu teziyle kemik kemiğe selamlaşanların, zorda kalıp bir kadınla öpüşmeleri ise en ilginci. Yanlış anlaşılma korkusu öyle ağır basıyor ki; başını aksi yöne aşırı hassasiyet içinde döndürmekten, karşısındaki kadına, kulak memesinden başka öptüreceği bir yer bırakmıyor. Kısaca; bir yanı “kalk gidelim” derken, öteki yanı “b.. yeme otur” der gibi.

Bilebildiğim; Düğün Marşı ile salona girilir, Komparsita ile de dans edilirdi. Şimdilerde; Müslüm de Serdar da son dönemin tüysüz Diva oğlanları da hayli iddialı, unutulmayacak o ilk dansa melodisizlikleriyle eşlik etmede.
Dikkatimi çekense; kırmızı cüppeli kadın nikah memuresinin, “sizleri, birbirinize eş olarak ilan ediyorum” demesiydi. Bunca yıllık, “sizi, karı koca ilan ediyorum” cümlesi de AB için bir sakınca mı doğurmuştu. Çok iyi bilemesem de, bunca yıllık bir duyurumun değiştirilmesinin gerçek nedeni; acaba, cinsiyet etkenini, birlikteliğin resmiyeti için bir engel olmaktan kurtarmak için miydi? Eğer kaygım, az da olsa gerçek kırıntıları taşıyorsa, bir sonraki etapta, beslediğim keçim ile evlenmemde hiçbir mahzur olmayacak demektir. Gökyüzünden gelecek Godot’ya bakmaktan, düşülecek çukurlar gözardı edilmekte. Halbuki; gökyüzünde çukur yokki, olsa da ona çukur denmezki, dense de içine düşülmezki.

Gelin, henüz altın kesesinin uçkurunu bileğine geçirmemişken, elindeki Evlenme Cüzdanını annesine huzur içinde teslim edip, dans edilmekten çok sevgiliye sarılıp dinlenilecek şarkı eşliğinde, ilk danslarını ediyorlar. Ancak; taze evliler oturduğunda, henüz sıcak yemekler yeni geliyor, evde “her gelenden ye, dönünce yemek diye zırlanma” diye tembihlenmişler, garsona kaptırdıkları meze tabaklarındaki bir kaç çatallık son lokmalarını yiyememenin pişmanlığı içindeler. Bilindiği üzre, memlekete demokrasi geldiğinden beri artık herkes içki içmiyor, sanki eskiden zorla içiriyorlarmış gibi. Bu son cümlem bana; bir zamanların “Parçala Behçet” adlı beyazperde kahramanının bir filminin, bir bölümünü çağrıştırıyor. Behçet, Bizanslılara esir düşüyor, zindanda zincirlere vurulmuş işkence görüyor. İşkencecilerin yemek molası aldığı sırada, birdenbire bir ahu beliriyor karşısında, başlıyor Parçalanmış Behçet’in orasını burasını elleriyle yoklamaya. Behçet’in belli ki çok hoşuna gidiyor ama, bir yandan da başlıyor avazı çıktığı kadar haykırmaya, başını iki yana sallaya sallaya; “Nayır, nayır. Beni böyle konuşturamazsınız” diye. Cümlemdeki hangi kelime bana bu sahneyi aklıma yeniden getirdi, ben de bilemedim.

Amerikan aksanıyla konuşmasının getirisine olanca aklıyla inanmış şarkıcı kız; Behçet Necatigil, Ümit Yaşar, Nazım Hikmet, Özdemir Asaf, Orhan Veli,... satırlarından karıştırılmış yabancı güfteleri, olanca tiz sesiyle ergenliğe yeni girip de sesi çatlamış erkek çocuk gibi söylediği şarkılarla, her seferinde davetlilere dans ettirme isteği bir türlü rağbet görmüyor. Son bir deneme daha yapıyor. Köşe masada oturan, yaşları 50 nin üzerinde gözüken, başları açık olduğundan saçları ak, yüzleri kırışmış 3-4 çift sahneye yöneliyor. Diğer konuklar onların, birazdan akrobasi gösterisi sunacakları inancıyla sandalyelerini sahneye doğru düzeltip eğlenmeye mevzileniyorlar. Bir sonraki şarkıda, kızcağız pes edip, dokuz sekizle başlıyor. Masalar meğer, bu anı bekliyormuşcasına sökün ediveriyor. İşte o an görüyorum; altın rengi Şulebaş “Goldfinger” kızının, atkuyruklu kocasını masada bir başına bırakıp, kalabalığın ortasında bir o yana, bir bu yana kalça savurtuşlarını.

Dem bitmiş, kahvenin telvesi kurumaya yüz tutmuş, seyyar kredi kartı sürücülü garson, Cebrailcesine sağ omuz üzerinde, kestiği hesabı tahsil etmenin aceleciliğinde beklemekte. Gönül huzurunda ayrılıyoruz, sonrasında görüleceklerin de önceden görülmüşlerden farklı olmadığı bilincinde. Aynen; orta yerde uzun arkalıklı koltuklarda oyuncak bebekler gibi, sağa sola debelenen gelin ile damada biçilmiş kaftanın şaşaası ile çoğunluğu terecilerden oluşmuş evlilere nasıl tere satılacağı konusu, kimsede bir çelişki olarak algılanmadığı gibi, boğa ile “oley” diye coşan seyirci ya da köprüden intihar etmeye kalkışan ile alttan “atla, atla...” diye bağıranlar misali, hiç de garip gelmiyor kimseye. Ama ben yine de dua ediyorum onlar için; yalancı da olsa, boşanabilmek uğruna bir şahit aramaya başlamalarının, çok uzak olması, hatta sonsuza dek hiç olmaması için.

Sevgilerimle...

ahb

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

13 Temmuz 2010 Salı

Elmaya kurt olmak...

Geçen yıldı sanırım, trt Ankara Radyosunda Can Özgün’ün Tamer Adanalı’yla birlikte sundukları “son durak” adlı söyleşi programında tanımıştım, konuk olarak birlikte katıldığım Timur Özkan’ı. Yayın bittiğinde, kötü yola düştüğü konusunda hemfikirdik. Aslında Mimar da olsa, Mimarlıktan nafaka ummamaya kalkıştığı yıllarda gelmişti bütün bunlar başına. Kısaca; “umutsuz vaka”. Her işte olduğu gibi; “merak”tan gelmişti ne geldiyse başına. “Merak”landıkça aramış, aradıkça bilginin sorumluluğunu yüklemiş omuzlarına, ta ki; yeni bilgiler onu, yeni “merak”larla yüzyüze bırakana dek. Kısaca, günümüz zırzoplarının muhattabı olamayacak erginlikte, bilginlikte. Bildiği üç kelimeyle değil, bildiklerinden üç kelimeyle meraklara açıklık getirmeye alışık bir beden. Üstelik; bilgiyi pazarlamaktan çok, paylaşmanın izbe yolunu seçmiş, hem de gönüllü. Zira, işini kaybetmiş bir emekçi çocuğunun, döner bıçağı ile, tanış dahi olmadıkları uğruna, belki de hiç görmediği bir bahtsızın yaşamını sonlandırma cesaretinde düşülmüş çelişkinin, nedenini ortadan kaldıracak bilginin, asla satılamayacağının bilincinde olması. Böyle bir inat onu; yurtiçi pansiyon tatil bedeli karşılığında, yurtdışında bilinen 10 ünlü yer haricine sürükleyip, aptalca okunan romanların Boğaz’a nazır yalılarda, nasıl da yalap şalap yazıldığını yadırgamayanlar için, onca bilgiyi objektifiyle kare kare hapsetme serüvenine sürüklüyor. Kenarı delikli mahpus her kare, benim gibi bir çenebazı bile suskunluğa boğup, cümlelerimdeki sözcüklerimi, içimden seslendirmeme neden oluyor. Zira, o kareden yazılacak herkesin farklı bir bireysel öyküsü mutlaka olacağı için, tercih hakkımı bu yönde kullanarak, hiç olmazsa onurumla yenilgiyi kabullenmek bana daha yaraşır diye düşündüğümden.

Yayın öncesi, “yazar”ım diye boyun atkısı savurtan, tek kitaplı bir zırzop olma ihtimalimi göz önünde bulundurarak bana karşı hayli temkinliydi, ta ki kitap önsözünde “ben yazar değilim, bir yazanım” cümlesini duyana dek. Ama o, dilimin yeni yandığının farkında değildi. Zira, bir zamanlar sevgili Yaşar Sökmensüer’e, bilge Mehmet Ertüzün’den gelen, 60 lı yılların başından kalma bir kaç siyah beyaz Eymir Gölü fotografı göndermiş, o da Usta’lığına toz bile konamayacak cesaretteki kelimeleriyle kurgulayıp, okuyucusuna duyurmuştu. Gelenektendir diye de, bilgi kaynağına bir kaç onurlandıracak sözü de eksik etmemişti, yeni yetme, yerden bitme bir gazeteci olmadığını başa vururcasına.

Sözün özü, bu fasılda benim için kullandığı; “Aynı zamanda o bir Ankara aşığıdır...” cümlesini, o ne hislerle yazmıştı bilemesem de, yazılanlara verilecek tepkinin, karakaçanın çiftesi olarak karşıma çıkacağını, ben bile önceden tahmin edememiştim o günlerde. Neyse ki bir dostum, beni bu tatlı rüya’dan uyandırması uzun sürmemişti, “Ulan, Ankara’nın neresini biliyorsun da, gazetelere 'Ankara aşığı' diye haber yolluyorsun" diyerek. İlk işim, sevgili Yaşar Usta’ya bu fotografın bana kimden geldiğini, konunun benle hiç ilişkisinin olmadığını söylemek durumunda bırakmıştı. Hani utanmasam, “Hocam, bir yol da ‘yanlış bilgiye kapılıp, tanımadığımız birine Ankara aşığı demişiz. İşin aslı, faslı...’ diye tekzip edip, dile düşmüş bu Mecnunluğuma da bir son versen”e gelmişti.

Dönersek yayına, yanımdaki adam; Gezgin, hem de Ankaralı bir Gezgin. “Ağzını açan ne olsun Haluk” diyerek kelimelerimi, sıtmadan kurtulmak için içilen kinin gibi attım yutağıma. Haa, suskunluğumun getirisi de olmadı değil hani. Anlattıklarını uslu bir çocuk kıvamında dinlerken; o çok bilen dostlarım bu sayıya dahil midir bilemem ama, 6 milyonluk bu şehirde, benimle aynı bilgisizlik talihine haiz, en az 5.999.000 kişi olduğunun farkındaydım, bir de bunca cahil güruhuna aldırmadan yürüyen Timur Hoca’nın bu yoldaki yoldaşlarının, inadına kalabalıklığının. Kimse alınmasın ama, sırt dönülmüş, bilmezliğin umursamazlığa dönüştüğü bu bilgilerin; bu şehre kamyonu dayadıktan 1 ay sonrasında bilinmesi gerekliliğindendir, kendim dahil çoğunluğu Cahil diye sınıflamam. Örneğin, Dostum DüşHekimi Yalçın Ergir de aynı patikalarda kros yapıyormuş da ben bilmiyormuşum. Bu nedenle Mehmet Emin Bora Üstadımdan da fena halde şüphelenmekteyim şu günlerde.

Ama kendi sapkınlıklarımın haklılığı konusunda; yürek de, cesaret de verdi, yaşamın para ile olan ilişkisizliğine dair pratiğini anlatırken. Ne çağrıştırdıysa; o an, Mevlana’nın “iki elinin parmakları gözlerini kapattığında, Dünya dönmüyor sanma” deyişi gelivermişti aklıma. Ulus ile Kızılay arasında Cumhuriyetin kuruluş yıllarından kalma kaç sanat eseri ya da anıt ya da heykelin olduğu, kaçının yok edildiği, onların şimdiki akıbetleri... ya da Ankara'ya ait ilk yağlıboya tabloyu kimin yaptığı ya da şimdilerde nerede olduğu konularındaki sorular, orta yere sahipsizlermişcesine düştüğünde, oturduğum sandalye bana ne kadar büyük ya da ben sandalyeye ne kadar küçük gelmiştim.

Kısaca; gece benim için, iyi bir çıraklık yapma fırsatı doğurmuştu. En azından, elmanın sararmamış yanını da görmek için; bir Rus güzelinin kusursuz bacaklarının üzerindeki küçücük eteğini yukarı kaldırmanın keyfi yerine, üzerine abanmış yeşil yaprağını kendi ellerimle aralamamın gerektiği. Tabii ki ilerleyen yaşın dinginliğinde, böylesi sapkınlıklara istemeden sürüklenip, bir anda kıpır kıpır bir Elma Kurdu olup çıkıveriyor insan, ünlü bir kaşar artistin donunu ekran koruyucu yapmak karşıda ayan beyan dururken. Haa, o don; altındakileri koruduğu kadar güvenliği sağlıyorsa, vay haline o birgisayarın... o da apayrı ve derin bir konu. “Onu da sonra anlatırım...”

“Ankaralı Gezginler”in bir etkinliği olarak yayınladıkları e-dergisi, “Ankara Çiğdemi”ne ulaşabileceğiniz adresinden; en azından, Ankara’nın “Çiğdemi”nin ne olduğu konusunda, kıvrılmamış burunla bilinmeyenleri, bilebilmiş olmanın getirisi kazanılabilir, yitirilenlerin sızısı hâlâ yüreklerde bir parça taşınıyorsa.

Not: 9.sayısının 18.sayfasında, “Ankaralı Gezginler”in düzenledikleri bir sergiden sizi haberdar ederken, davetiyelerinin önüne yazdıklarıma yer vermişler. Amman ha, bu kez de yine yanlış anlaşılmasın, “Neren; nerede, niçin, nasıl, kiminle geziniyor ki, gezgin olasın” diye. Dostlara söz veriyorum, içinde tekzip talebi içeren hiçbir kelimemin olmadığına dair.

Sevgilerimle...
ahb

ANKARA ÇİĞDEMİ hakkındaki her türlü görüs, elestiri ve önerilerinizi, bültenimizde yayımlanmasını istediğiniz etkinlik haberlerinizi ve de Ankara’dan, Türkiye’den Dünya’dan gezi yazılarınızı ozkantimur@yahoo.com adresine bekliyoruz.
&
ANKARA ÇİĞDEMİ 'nin önceki sayılarını; grubumuzun ana sayfasındaki Files'dan E-dergi "Ankara Çiğdemi" klasörünü veya http://groups.yahoo.com/group/ankaraligezginler/files/%20E-Dergi%20%20%22Ankara%20Cigdemi%22/ adresinden ilgilendiğiniz sayıyı tıklayarak okuyabilirsiniz. Eğer açılmıyorsa dosya adı üzerinde sağ klikle Yeni Pencerede Aç yapabilir, bilgisayarınıza indirmek için aynı sekilde sağ klikle Hedefi Farklı Kaydet, yazdırmak için ise Hedefi Yazdır fonksiyonlarını kullanabilirsiniz.
&
Bültenlerimiz dergi formatında tasarlandığından booklet olarak print alırsanız, 24 sayfalık bir dergi olarak okuyabilirsiniz.
&
Ankara Çiğdemi’nin tüm sayılarını, medya destekçimiz http://www.fotogezgin.com/ sitesinden de takip edebilirsiniz…

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

5 Temmuz 2010 Pazartesi

Bir Şarabî Eşkıya daha, şişesini kırdı...

Aşkolsun Çocuk,
Ne güzel içiyorduk.
Sırası mıydı, şişeyi kırmanın?

Devirdiğin sofrayı koysak bir kenara bile,
Etrafa saçılan cam kırıkları bizdik gerçekte.
Kırıkları toplayıp yeniden birleştirsek de
Biliriz artık, içi dem tutmaz bu şişe.
Sen gül bakalım yanaklarını şişire şişire, güül...

Sonradan ne kadar desen de şakaydı diye,
Ölümün soğuğu çökmüş omuzlarımıza bir kere.
Sessizliğe bakıp dinlesene...

Zira; sözün bittiği o tepedeyiz,
Ağlasak da artık nafile.
Tek cümle kaldı tortulanmış yüreğimizde,
O da;
“Yolun açık ve aydınlık olsun.
Haydi, Güle Güle...”

Sevgilerimle...
ahb

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.