3 Ocak 2012 Salı

Usûlün Uslûbu

 
1.4.2008 tarihli arşiv yazımı paylaşıyorum.

ön not: "yıllar evvel ile bugünün" bağdaştırılmasına teyit bekleyenler için, özlü bir sözü yinelemek zorundayım;
"Bir çukura düşülürse adı 'kaza"dır. Aynı çukura ikinci kez düşüldüğünde ise, 'aptallık'" demiş, yıllar öncesinden birileri. Sanırım, bir başına çukura yüklenen vebale artık kendimizi de katmanın zamanıdır. Yoksa, tarihin içinde yukarıdaki sözü söyleyene göre, aynen öyle sayılırız ya da nefs-i müdafaadan yırtabilmek uğruna daha çook çam deviririz. 

Bilen bilir: bu ülkede kim ki; apartman, kooperatif, parti, dernek Genel Kurul toplantılarına katılmışsa, “Usûl” engeline takılmıştır hep. Ya alınan karar, program “Usûle aykırıdır” ya da alınan karar “Usûlden bozulmuştur”. 

Ariflikten olsa gerek; usûlünce alınmamış bir kararda hiç kimse açıkça “usûlsüzlük yapılmıştır” diye itham etmez, uslûpsuzluğa düşmemek adına. Başka bir deyişle; kötüyle kötü olma ya da aynı kefeye konma korkusu, “Usûlsüzlüğe” “Uslûpsuzluk”la karşılık vermek istemez.

“Usûl” aslında “Uslûp” ister. Yani usûlsüzlük yapılacaksa uslûpsuzluğu baştan kabullenmenin ötesinde temel niteliklerinin de tek tek bilinmesi gerekir ki; “uslûbun” hoşgörü sınırlarını zorlayarak “Usûlsüzlük Uslûptandır” olarak algılansın diye.

“Uslûp” içinde yoğun bir kültür barındırır; saygı, sevgi, anlayış, algılayış, hoşgörü,...

Eğer ki; sınırda kalmak kaçınılmazsa, ariflik devreye girer, uslûpsuzluğa düşmeden usûlünce atlatılabilir zorda kalmış anlar. Kısaca; kimse “usûlden bozma”ya kalkışma gereği duymaz.

Sözün başına geri dönersek; “Usûlsüzlük” ün kaynağı “Uslûpsuzluk”tur. Yani kültürsüzlük.

Kültürü, kısaca "yaşamın hazmettirdikleri" diye tanımlayabilirsek, "Uslûpsuzluk", “cehalet”in orta yeridir denebilir, kimileri buna “nasibini alamamış” dese de.

İşte ondandır, yıllar yılı yaptığım acemilikler karşısında annemin guatrlaşmış gözleri ve sinirden incelmiş dudaklarının arasından kelimelerine basa basa, fısıltıyla “Ayıııp... hiç olacak şey mi ?” demesi. Bir yandan gün olur namerde muhtaç olurum diye; yemek, ütü, köpüğü üzerinde kahve yapmasını, dikiş dikmesini, oturmasını, kalkmasını, konuşmasını, sevmesini, saygı duymasını, tefekkürü, teveccühü, affetmeyi, sarf etmeyi, pazarlık etmeyi, küsmeyi, sövmeyi, gülmeyi... “uslûbunca” yapabilmem içindi onca debelenişi. Ne kadar şanslıymışım ki yaşamımı doyuracak bir anayı doya doya içmişim. Ya olmasaydı ? Öyle ya, ya erkenden ayrılsaydı döşümden ? Doğrudur eksik kalırdı bir yanım ama ya babadan aldıklarim; namert ustalara mecbur kalmamak için öğrettiği “uslûbunca”; tornavidayı, çekici, penseyi, çiviyi,... kullanmayı, çakmayı, çatmayı, bağlamayı, karmayı, doldurmayı, boşaltmayı, sökmeyi, takmayı, temizlemeyi,... Ya dedemin öğrettiği “uslûbunca”; toprağı kazmayı, yeşili dikmeyi, yetiştirmeyi, büyütmeyi, karpuz bostanına dadanan hırsızları kovalamayı, bağı korurken aç bir ayıdan, tarla ortasında karşılaşılmış bir yılandan kaçmayı, bir köşeye sıkıştırılmış arkadaşlarını karabelalarla başbaşa bırakıp sıvışmak yerine akıbeti ne olursa olsun yanlarında olmayı, bir ülke için savaşmayı,...

Özetle; yaşamdan alınan bu “uslûp”, “usûlünce” o kadar çok kaynaktan beslenir ki, salt bir kişiye, bir görüşe gerek duymaksızın. Yeter ki, alınmak istensin.

Asl’olan bendir, işlenmesi, yüceltilmesi, doyurulması gereken. Ya aç kalırsa? İşte o zaman ortalık “usûlsüzlük”ten geçilmez.

Sanırım; her “Usûl” tartışmasına girildiğinde, neresinde diye olmadık yerlerini iki de bir mıncıklayarak çoğu kez haksız yere kamburu sırtına yükleyip satamadan getirilen Şeytan yerine;

"Usûlsüzlüğü", “Uslûbun Usûlsüzlüğü”nde değil de
“Usûlün Uslûpsuzluğu”nda “Uslûbunca” aramalı...

Sevgilerimle...
ahb

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder