16 Nisan 2012 Pazartesi

Arşivden 1 Ekim 2008

Bu yazı; 1977 yılında bir yürüyüş kortejinin “Ne Ezen Ne Ezilen, Yalnızca Hakça Bir Düzen” sloganıyla geçişi sırasında, çalıştığı işyerinin önündeki kaldırımın kenarında, aynı işyerinde birlikte çalıştığı garson ve fedailerin arasında, işyeri kıyafetiyle, elinde “Bağımsız Türkiye, Pavyon Emekçileri Derneği” pankartı tutan, öncesinde ve sonrasında bir daha hiç görmediğim, hiçbir zaman tanış olmadığım, yüreği mert, yüzü puslu “O” kadına ithaf olunur. 


Uzun süredir yapmadığımı yaparak televizyonda; bir tek reklam, program tanıtımı gibi izlemenin amacını aşan, hatta engelleyen bölümler olmaksızın başından sonuna kadar yerimden kalkmaksızın bir film seyrettim, hem de ücretsiz yayındaki kanalların birinde. Biraz uykulu, biraz da iyice arap saçına dönmüş konudaki sorunların belirli bir yola girmesiyle sonuca ulaşmasının rehavetinde kendime geldiğimde, paşa paşa son jeneriğin ekranda aşağıdan yukarıya doğru aktığına şahit olup hayret içinde buldum kendimi. Artık hatırlamıyorum, sinemalar dışında ekranlarda bu görüntülerin “vakti nakde dönüştürmek” uğruna “dabbakhaneye bok yetiştirme”k için ekranda kaydırılmasına izin verilmemesinden ötürü seyredemeyişimin üzerinden kaç sene geçti, kimbilir ? Az değil, salonun loş ışıkları altında cenaze adımlarıyla en son çıkılsa da, serinlemiş havanın neminde kanatları ardına kadar açılmış çıkış kapısından yankılanan jenerik müziğinin hala duyulabileceği uzunlukta geçen bir süredir... İşte, geçen bu süre içinde, önümüzdeki günlerde pazarlanacak yurdum toprağının mezatından ucuza kapatılacak ihalenin, ileride geri ödenmemesi affedilecek banka kredisi bölümü hariç tutulduğunda, geriye kalan borcun ne kadarı reklam gelirlerinden giderilir... bu bizce biliniyor mu ? Bilinmediğindendir, hergün Pişekar’la Kavuklu’nun sahneledikleri meddahın katıla katıla seyredilmesi. 

Kapitalist ekonominin kapital elde ederken gereken kazanç kurallarının vahşiliğine; süt dökmüş kedi usluluğunda, yaşamında hiç dans etmemişin kendi düğününde “La Cumparsita”yı sağa sola sallanışın emrivakiliğinde riayet edilmesi ve trafik karmaşasında yaşanan onca yasadışılığı solda sıfır bırakacak resmi vurdumduymazlıkla yarattığı tezata hayret etmemek gerekir.

Domuzun kılından yağ çıkarma cinliği sonunda emeği o kadar yok saydı ki, artık sponsörü olmayan hiçbir yapımın sonunda, listenin başında yer alan figüran isimlerine dahi rastlanılması olsa olsa "gözden kaçmış bir mahmurluk anındaki lakaytlık" diye yorumlanabilir. Buradaki tüm çelişkilerden daha büyüğü ise; yayın kuruluşunun tüm çalışanları başta olmak üzere tüm sanat yapıtlarında da aynı saygısızlığa maruz kalanların anlam verilemez aciz asudeliği. Herhalde yine bir zamanların toprak arsalarında yapılan mahalle maçlarına bakarak, bu sessizliğe yanıt bulunacak gözüküyor, “top onun abi; istediğini oynatır, istediğini bekletir, istediği mevkide istediği gibi oynar, karşı takımın penaltıları bile gözardı edilebilir”. Medya, nereden nereye yayıldığı belirsiz bir atçayırı, ciritle atın yönlerinin ayrı ayrı da olsa ne zaman nereye döneceği belirsizliğinde takımelbiseli efeler diyarı.

Aklıma yıllar öncesi, İstanbul belediye başkanlığı için aday gösterilen RTE nin seçim öncesi düşüncelerinin tartışıldığı bir program geldi. O dönem, gündeme taşınan “yüksek kaldırımın kapatılması” sorun olarak ortaya atılmış, bir kesim kapatmanın doğuracağı yansımaların toplumsal sakıncalarına değiniyor, bir kısım kapatmanın özgürlüklere olan kısıtlayıcılığından dem vuruyor, bir kısım da kapatmanın fuhuşu sokağa kaydıracağını ileri sürüyordu. 7-8 konuşmacının sonunda söz sırası Metin Akpınar’a geldi. Belki de toplantının en anlamlı, en kısa konuşmasını yaptı:

“Farkında mısınız; bu Recep sayesinde hepimiz Kerhane’ci olup çıktık. Yahu; bir duyan olsa, hepimiz için diyecekleri söz; bunlar kadın erkek demeden Azmışlar olacağı kuşkusuz...”

Yine geçmişten malumunuz, yıllarca holdinglerle vergi rekortmenliğinde sıkı rekabete giren şimdi merhum bir hanımefendi vardı. Hiç bir yönünü sorgulamaksızın çırılçıplak şu denebilir; eğerki bu iş kolundaki bir kurum ilk on içinde yıllarca vergi rekortmenliğine koşuyorsa, yani kazançtan devlet payını hatırı sayılır bir miktarda alabiliyorsa, her köşebaşındaki simitçinin haraca bağlandığı günümüz piyasasında ne karaparalar kaldırılıyordur göstermelik kurumlarda aklanan, gerisi düşlerin fantazisi.

Metin Usta’nın sözüne geri dönülürse, bu aralar da adımızın Aydın’cıya çıkmasından korkar oldum, RTE ın verdiği hergünkü demeçlere bakarak. Son dönemdeki yurtseverlere, Atatürkçülere vatan hainliği, mafya, darbeci Ergenekonculuk yaftası yamanmaya çalışılması misali biz de Aydın’cı olduk çıktık, onun gözünde, sözünde.

Şimdilerde Atatürkçülüğün pabucunu bile bize kaptırmayanlar, bir zamanlar “Cumhuriyet yürüyüşleri”ne neden soğuk bir İngiliz aristokratı edasında yaklaşmışlardı, bilinmez, hani adeta Nazım Usta’nın dizelerine öykünürcesine,
“Ne İngiliz Kralı kadar mütavazıyım
Ne de Celal Bayar'ın Ahır uşağı gibi aristokrat ...”

Bugün, hep olduğu gibi pıtırcıklarla çevrelendi dört bir yan. Ortalık dün araladıkları parmaklarına çenelerini yerleştirip yavaş, en etkili seslerini kullanarak ön sıralara bacaklarını iki yana açıp kaykılarak oturan sakallı oğlan çocuklarıyla birlik, bütünlük havasına girenler, şimdilerde film bile çevirir oldular.

Adını vermeyeceğim bir savaşta; bir tarafın askerleri firar ederek saf değiştirirler ve ordunun tüm taktiklerini ispiyonlarlar. Ama itiraflarının sonunda asılırlar. Niye mi ? Düşünce o ki; bugün o taraftan bu tarafa geçebilecek kaypaklık yarın bu taraftan o tarafa geçmesinin kılavuzudur.

Gözlediğim o ki; şimdinin “Mustafa”cılarının, yarın vatan hasretinden saçı yerine cüppesinin ağarmışlığını gül suyuna karıştıracak bir “Gülen Fethi” belg eseri çevirmeyeceklerinin garantisi yok. Sözümü “münafıklık” diye algılayanlardan birisi eğer ki, "Bundan sonra bir de Fethullah Gülen belgesel filmi çeker misiniz ?" sorusunu sorma şansını bir yakalayabilirse, alacağı gerçek yanıtın; “hmmm, valla... olabilir de... hani yani neden olmasın ?” ile kaypak düşüncelerin üç aşağı beş yukarı aynı çanaktan kaşıkladıklarına şahit olacakları kaçınılmazdır. Her ne hikmetse, henüz senaryonun içeriğinin belirsizliği de hassas bir titizlikle korunurken bir yandan da konfeti niyetine "film, sanırım çok tartışılacak" ikircikli larvaları saçılıyor, konuk olarak katılınan ekranlardan. Hiçbir araştırmacı medyabaz da bu konu üzerine “siz şu an bilmeseniz de katil kasabın çırağı” diye halkı nedendir bir türlü aydınlatmıyor ya da köşebaşı garnitürcüleri senaryonun içeriği gereği Ergenekon dosyasına ek yapıldığını, haklarında soruşturma açılma gereksizliğinde gammazlamıyor. Eee, tabii; yazdığı romanı kendi endamında afişlerle otobüs duraklarına asma tüccarlığıyla ödül alanlar timsal oldukça, çivi topuklu iskarpin izine postalıyla basma umursamazlığında onu izleyecek daha çook adamla karşılaşılacaktır. 

Açıkçası, savcının sabahın bir köründe harekete niye geçmediğine bakarak “Mustafa”nın Atatürk olmayacağı sinyalleri rengi sarı bile olmayı beceremeyen Aydın kanallarında vizyona girdiğinden, bu konuda şimdilik hem yalnız hem de yorgun muhalif görünebilirim, haksız çıkmayı tüm gücümle istememe rağmen.

Söz çok dolanıp başı dönse de altında durduğum köşebaşındaki tabelada hala “Kerhane’ci” yazıyor ve altına ben de bir not düşüyorum; “Bu işyerinde yalnız gerçek Or....lar hizmet vermeli...”

Sevgilerimle...
ahb

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder