26 Haziran 2012 Salı

Masal Mezarlığına Defnedilen Kalem

Masalların doğumuna kalemin katkısı ne imiş bilemesem de, bilebildiğim, masallar öldüğünde kalemin idam mahkumiyetinin gün ortasında çoktan infaz edildiği. Kısaca var oluşları gibi, yok oluşlarının da aynı zamana denk düşmesi bir tesadüf müdür yoksa, gerekçesiz zaptı imzalayan terfi bekleyen bir Müdür müdür? 

Bir varmış bir yokmuş diye başlayan masalların birinin; kalburun samanı kucağında hoplatarak haylice taciz etmesine rağmen, yasalar gereği ihtar alması gereken zamanın evvele alınmasına hiç ihtiyacı yokmuş. Zira; develer tellallığı bırakıp sırttan ibrişim ibrişim kirleri keseleyen tellaklık yapar olmuş. Pirelerse, berberlikten para kırılamayacağını anlayarak güzellik salonu işlettiğinden, insanlar kendi saçlarını kendileri keser olmuş. Analar, kocalarınca ömürleri kısaltıldığından, aslında neyi doğurduğunu büyüdükten sonra göremedikleri için kimse anası da olsa, pek beşik meşik de tıngırdatamayıp, bir kaç Rus güzeliyle idare eder olmuş. 

Ekonomi her ne kadar masalların görev alanları dışında kalmışsa da, tuğra niyetine açığa atılan her imza ile kalem sahiplerini bilmedikleri olgulara, olaylara, durumlara kefil olmakla kefalet ödetmiş, hem de kredi kartına 12 ay taksitle. Nasılsa küçük küçük, azar azar, dokunmadan azar misali. Emirle kulluk etme benliği sarmış hani; evrim tepetaklak olup ilkelliğe kucak açmışcasına. Eee, memlekette açık kucak bulan ne yaparsa o devinim süregitmiş, toslanmış bir duvara karşı ne kadar gidilebilirse. 

Bir yandan da, dönem ismine inat cismi olmayan bir yıldız doğurmuş; Şeytan. Herkes onun nereye saklandığı ya da alıp götürdüklerine bir gün ulaşılacağı ümidine boğuldukça Şeytan çoşmuş, izleyenleri “Mango’da ucuzluk başlamış” demişcesine peşinden koşturmuş. Hatta bir ara Şeytan birilerinin kulağına eğilip, Tanrı’nın nerede olduğunu bildiğini fısıldamış. Kulağı fiskos dolular önde, eski Şeytancılar ardında akar gider olmuş. Yol bir savaş meydanında son bulmuş. Keleğe gelindiği anlaşılmış olsa da, saatler at arabalarının kabağa dönüşmesini çoktan geçtiğinden, egolar zaafiyet gösterip, “E buraya kadar geldik. En azından, bunun bir de dönüşü var. Mutlaka arazi olacak bir ağaç altı vardır” diyerek, mistik atılımlarını sürdürmüşler. 

Mumları yatsıya kadar yananlar, Pinokyo’yu her söylemiyle kıskandıracak senaryolarla ödüllere kavuşmuşlar, Geppetto Usta’yı hayretten hayrete düşürmekten gocunmaksızın. İnsanın evrimleşmesine gösterge olsun diye, klavyeler devreye girmiş; ucu kırılmayan, tıraşı gelmeyen. Zafer çığlıklarıyla kalemi linç etmişler, mezarı bile olmaksızın insanoğlunun aklının geldiği evrimin göstergesi niyetine. Oysa ki; Teknolojik gelişimin, evrimleşme adıyla telekız gibi piyasaya sürülmesinin zavallılığında, binaların kat sayılarıyla iki kaş arasından alınan kıl alma sayıların doğrusal orantısı boyunca, devrimi olmayan bir evrimi Godot’yu beklercesine, doluşmuşlar dikine duran yeni köylerine. Hatta evrimleşmenin öylesine gözünü çıkarmışlar ki; iletişimleri, yaşamlarını sürdürmeleri, ihtiyaçlarını karşılamaları, birbirlerini anlamaları, yaşamlarını ifade edebilmeleri için 150 sembol yerine geçen kelime yeterli gelmiş. Bu da yetmemiş sembollerdeki kimi harfleri de “ne gereği var?” diyerek atınca, elde kala kala çöllerdeki ormanlar kadar bir zenginlikle çizilememiş mutluluğun resmini, Abidin yine yapamamış. Bu ileri görüşlü küçük adam yenilikçiliği; yanlış anlama, yanlış anlaşılma bilgi kıtlığıyla beslenip serpilmiş ve kimseye kulak asmayan “Bir ben bilirim” Tiranlığı hayli ilgi görmüş, koyundan bozma Abdurrahman Çelebi’lerin nereden estiği belirsiz rüzgarlarla, köy meydanlarının tozunu atırır olmuş. Altından menkul namlular tamponlar, kamulaşmış Harem, ağası, arap bacısı ile. 

Her yeniliği uyarılarla öğrenmişler; burada gülünür, burada sövülür, bu gökdelene çıkılmaz, burada sigara ve içki içilmez... diye. Artık, “dikkat ayı çıkabülür, çıkmaya da bülür” orman ucu levhaları, çoktan gerilerde kalmış. Zira çok ileri gidilmiş öyle ki; varmak an meselesi, tıpkı orta çağ papazlarının sattıkları cennet tapularıyla müreffeh bir sona kavuşmanın umuduna erişmek gibi. “Erişeceksiniz” denmiş, “zira düşünerek yorulmanın gereksizliğinde, her tür ihtiyaç itinayla karşılanır” hale gelmiş. Zaten düşünmemeyi alışkanlık haline getirmiş akla, bir de yeniden düşünme dayatması, olacak şey değil. “Biz sizin için varız” muhabbeti. 

“Demedim, duymadım, görmedim” yerini daha kestirme bulvara terk etmiş; “bilmem”. Toplumsal yönetim ise had safhada öyle ki; her koltukta, koltuk sahibi için manifesto bırakılmakta, hem de kısacık; “Yollanacak talimatlara uyun ve uydurun”. Hepsi hepsi bu. Topun hangi kaleye gittiğinin umarsızsılığında, önemsizliğinde. Kısaca ”ayağına gelen topu dep”. Artık gökyüzü, haybeden depilmiş toplardan geçilmemekte, hem de rengarenk. Bu da insanoğlunun evrimini gökyüzüne yazdığının belgesi olarak kabul görmekte. 

Diyeceğim o ki; masal edebiyatına artık gerek kalmamış günümüzde, hani bir çok bilmişin deyimiyle; “Bu memlekete Kominizm gerekiyorsa, onu da biz getiririz ancak”. Zira, masalsı bir pembeliğin içinde son dozda eroinlenmişcesine uçuşuyoruz. Anestezik etki nedeniyle; ne nereye çarptığımızı görüyor, ne anlıyor, acı bile duymuyoruz artık. Dibi çapalanıp gübrelenmiş bastırılmışlıklar, yaşanmamışlıklar, yaşanamamışlıklar özenle sinir uçları duyarlılaştırılıp, orta yere soba isi gibi çökmüş, tüm olumsuzlukların algılanmasını önlercesine. 

Şimdi anlatılacak öykü karşısında hangi masal ayakta kalabilir ki: 
Kral’ın kızı hastadır, bir türlü iyileşememektedir. Haber salınır dört bir yana. Birisi, “BMW 3.16” eksikliği olabilir der. “5.2”si alınır iyileşmez. Biri çıkar, “alışveriş eksikliği” der. Hemen yakındaki festival kentine ulaklar gönderilir, 12 AVM den 122 marka getirtilse de Prenses’in kaşı botoxtan kıpırdamaz. Biri çıkar, “Gece hayatı olmamış Prensesimizin. Hep gün görmüş” der. Presesi aleme akıtırlar. Tık yok. Ve nihayetinde en sondaki gelir ve şöyle bir bakar. “İnanç eksikliği” der. “N’apcaaz?”ın karşılığında “onu alıp götüreceğim” der. Ve alıp götürür köyündeki kerpiç evine. 15 gün sonra prenses, köylüyle birlikte görünür surların önünde. Saray bayram etse de, Hanedan sarayın giyim kuşam yönetmeliğinden farklı bulur sarmalanmış Prensesi. Bakışlarını yerden ayırmadan sessizliğini koruyan kızının gözlerine dayanamayan Kral, tam sevgi ve hasretiyle sarılacakken Prenses, dudağındaki küstah bir tebessümle geri çekilir; “Baba ben artık bir mürideyim. Ya da kısaca ben cemaatimin bir üyesiyim. Diyarlar ötesinden gelen emirlere karşı gelemem” der. Kral baba, buruk buruk “bari seni iyileştirdiği için mükafatını vereyim ona. Ne istersin? Dile benden ne dilersen” dediğinde prenses öne atılır. “Baba, sen artık yaşlandın. Furkan senin yerine Sultan olacak. Dolayısıyla ben de Haseki Sultan”. Onlar, düşmeyen üç elmasız mutluluğa yol alırken ahali, üzerindekileri başlarına geçirdiklerinden bel altından görünen yoksullukları hiç kapanmaz. 

Her ne kadar kimlikler fani, koltuklar baki dense de, geçmişten beri koltukların ömrü, kimliklerinkine yetişme gücü mesir macunun güvencesinde bile aciz kalmış. Kimi gölge edenlerce, kimi Dünya’yı döndüremeyenlerce katledilmiş. “Hiç mi başkası yokmuş çevrelerinde?” diye münafıklaşılırsa, cevap yapıştırılmakta gecikmez; “Kral fonlarından nasiplenme”, ilkeleri sollamış bir kere, aynen koltuklar ve sahiplerinin biganeliğinde. Ama biz yine de sonunda sormuyoruz, “Acep, hangisi ahşap, oturan mı, oturulan mı?” diye, her ne kadar ilahi sesin, “Oturtulan” diyeceğini adımız gibi bilsek de. 

Kısaca günümüzdeki halimiz, masaldaki kırmızı başlıklı kızdan farksız. Önümüzde mağdur aç bir kurt büyükanne büyükanne yatmakta. Tamahkar, “off...” çekdikçe, biz “Oooofff... offffff...” diyerek, daha çoook bekleriz kurdun karnından bizi kurtaracak avcıyı. Ha, kırmızı başlıklı kızı sorarsanız, avcı onu bir Rus mafyasına pazarlamış. Akşamları 10 dan sonra Sheraton’un barında rastlanılabilir ona. Tek farkla; saçlarını kırmızıya boyattığından artık şapka takmıyor ve vizite ücretlerini kolundaki elma sepetinde topluyor, Mafya’nın alması kolay olsun diye. 

Sanırım, gerisinde artık ne Keloğlan’dan ne Dede Korkut’dan söz etmenin bir anlamı olacak. Pervasızlığıyla yalanlarını vicahiye çeviren çobanların farkındalığına varmak gerek, kederlerin kurtuluşla sona ermesi için. Yoksa “bilmem” diyerek yapılan takiyenin gücü yetmeyecektir, insanlığın Bataklı Damın Payirdarı olmaktan kurtarılmasına. Zaten; gökten düşen elmalardan birini Adem’e yedirecek kadar tahrikkar, fettan Havva’nın da Ademoğulları için yapacakları, İkarus’un erimiş balmumu kanatlarıyla uçmakta direnmesinden farksız. Yine de bir Pan gibi derimizin yüzüleceğini, üzerine tuz döküleceğini bilsek de, söz flüt niyetine dudaklarımızın arasından kaçıversin: 
“Midas’ın eşek kulakları vaaar” 
“Yalancının mumu yatsıya kadar yanaaar” 

Sevgilerimle... 

ahb 

 not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder