Halbuki söyleyeceği cümle, 'bir, iki,
üç' demek kadar kolaydı, bunca ıkınmasına rağmen. Ama bir türlü olmuyordu,
yahut beceremiyordu. Çevresinden 'Bunu
söyleyemeyecek ne var ki?'
denmesinden hiç etkilenmiyorsa da bu baskılar, olsa olsa her insanda bulunan
ondaki aşağılık duygusunu biraz daha şişirmekten öte gidemiyordu.
Kimseler bilmiyordu, onun geceleri
düşlerinde, düğmeleri çözük beyaz gömleğini havayla yelken gibi şişirerek,
tepelerden aşağı doğru koşarken avaz avaz bağırdığını. Naraları ağzından
tükürükler saçarak çıkarken, boynunun damarları 'yaşıyorum' dercesine, fincanları kırılmış elektrik direklerinden
düşmüş yüksek gerilim telleri gibiydi. Gün içinde söylemesi gerekenlerin iki
katını haykırıyordu karşıdaki ovaya. Kelimelerini, yanından geçtiği ağaçların
dallarına, kayaların sivri uçlarında parçalanmış olarak takıldığını görüyordu.
Engelleri geçenlerin, önündeki ovaya doğru mitralyöz parçaları gibi yayıldığını
gördükçe, sözlerinin yerini bulduğu inancını duyup, huzura kavuşuyordu.
Tepelerden bu inanılmaz hızlı inişi bitmiyor, o ovaya süzüldükçe aradaki mesafe
hala kapanmıyor, bir türlü düzlüğe kavuşamıyordu. Her gece düzlükte bekleyen
beyaz kısrağa binmek için sıçraması onu uykusundan uyandırıyordu.
Birkaç kez,
arkadaşlarının ısrarlarına dayanamayıp hekimlere gözükmüştü. Bir tanesine, neyi
diyemediğini anlatmaya çalıştıysa da, beceremedi ya da doktor anlayamadı.
Diğeri anladığında, çocukluğunda yaşadığı bir öyküye dayandırmak için olmadık
yerlere sürükledi onu, hırpalayarak. Bir kez olsun, özrünün nedeninin adam
olduğundaki çocukluğunda oluştuğunu anlatamadı.
Komşuları onu
bir hocaya gösterdiler. Ondaki göbeğin pürüzsüz ayva gibi olmaması, hele hele
kılları aralayıp da dua yazmak üfürükçünün hiç işine gelmediğinden, 'Kilidi
çözmek lazım' diyerek, yardımcılarına kurşun döktürüp işi bitirdi. İltihabın
daha kuvvetli antibiyotikle tedavi edilmesi gibi 'Bir ay sonra gel. Eğer
çözülmemişse, daha kuvvetlisini yaparız' diyerek, bir sonraki vizite
ücretini de garantilemişti.
Söyleme
özründen dolayı çoğu kez karakollarda sabahlayıp, mahkeme kapılarında süründü.
Polisler onu tanıdıklarında, artık onu kapıdan geri çevirmeye başladılar, 'Bu akşam başka misafirler geliyor, sizleri
müsait bir gün kabul edelim.'
dercesine. İlk zamanlar, polisler onu konuşturmak istiyor, o özründen
söyleyemiyor, polisler ısrar edip sorguyu uzatıyor, vücut dirençleri alt
düzeylerde seyrediyor, revir, hastane derken özrü onun bu kez de tedavi
edilmesine engel oluyor, kendi haline bırakıldığında diriliyor, yeniden sorguya
devam ediliyor, sonunda mahkemeye çıkarılıyor, özrü orada da onu ifadesi
alınmak üzere ikinci kez mahkemeye mukavemetten açılan dava için nezarete geri
gönderilmesiyle, başlanılan yere geri getiriyordu. Böyle bir özrün varlığını
bilen bir dostun tanıklığıyla yeniden kendi yaşamına dönüyordu. Tabii ki bu yaşananlar,
ne sorgucuda, ne katipte, ne hakimde, ne hekimde.., yani kimsede derman
bırakmıyordu, kendisini saymazsak.
Güneşin,
çiçeklerin onun için açtığı, gökyüzünün onun için mavi olduğu, kır çeşmelerinin
onun için buz gibi aktığı, kadınların onun için güzelleştiği bir gündü.
İçindeki coşkuyu, suya, toprağa, gökyüzüne atmak istiyordu, tıpkı düşlerindeki
gibi. Nasıl ve ne zaman yaptığını bilemeden, göz alabildiğince yeşilliklerin
içinde otu bin senede tükenmeyecek gibi çayırlarda otlayan, kalçalarını savurtarak
yürüyen koyun sürülerinin, delifişek gibi akan buz gibi dere sularında
serinlediklerini seyrettiği bir minibüsün içinde buluverdi kendini. Belli ki o
gün otogarın yanından geçerken kahyaların ısrarlarına karşı koyamayıp, hayat
pahalılığını protesto eden son kerteye gelmiş memurların polis tarafından
toplanması gibi araca bindirilmişti. Bir kısım yolcular, şehirden yaptıkları
alış verişleri hala tartışıyorlardı kendi aralarında. Alınanlar, alınmayanlar,
alınamayanlar, hayaller içinde köy kahvesinin önündeki meydana bir toz bulutu
içinde adeta kondular. Boğucu sıcak, havayı nefes alınamaz hale getirmişti.
Yanında oturan yaşlı karıkocaya ayak uydurup, minibüsten kaçarcasına, kahvenin
önündeki sulanmış çiçeklerin artan sularından cıvımış çamura atladı. Akşamdan
boyadığı iskarpinleri, sayasına kadar çamurun içine batmıştı. Çok kötü bir şey
yaptığı duygusuna kapıldı ilk anda. Kara gözlerle bakıştı, bir şeyler
anlatmadan anlamaya çalışırcasına. Hiç kimsenin umurunda değildi bir karış
çamura batmış ayakkabılar. Rençber Veli'nin 'Biriyle
ilk karşılaştığımda, önce ayakkabılarına bakarım. Benim için...' diyecek hali yoktu. Ayakkabılı
olması onun için yeterliydi. Tut ki baktı, tut ki ayakkabısı yoktu. O zaman
aklından şu sessiz konuşmalar geçecekti. 'Üleen,
Bu herife nereden çarık bulacağız, hiç birimizin ikincisi yok ki, verelim.' Çopur yüzlerin içine oyulmuş,
bakıldığında ne demek istediği kolaylıkla okunabilen gözlerden yaşama dair bir
şeyler yaptığını hissetti; buranın neresi, onların kimler olduğuna aldırmadan.
Aklına bile gelmedi, Memet ağanın bilmem hangi bankaya girdiğinde aldığı
hizmetler, alacağı arabayla düşlerini nasıl gerçekleştireceği, biriktirdiği
kuponlardan tabak takımı almanın heyecanı; suratındaki kıllara bakıldığında hiç
üç bıçaklı jileti, hiç sürdükten sonra ferahladığı tıraş kokusunun olmadığını
ya da karısının şu an çimen lekesini kendine dert ettiğini konduramadı o sabit
bakan siyah gözlere.
- Hoş
gelmişsin beyim.
- Hoş bulduk
!
İki yana
açtığı, çamurlara batmış ayaklarına palet takmış kumsalda yürür gibi kahvenin
basamaklarına yöneldi.
- Gel beyim,
şöyle buyur, bi soluklan.
- Teşekkür ederim.
- ...
- Burası
neresi?
- !.. Yamaç
Köyü!..
- Çok güzel
bir köy, her yer yemyeşil. Bence buranın adı Yeşilköy olmalıydı.
- Hee.. Hee..
- Adını
nereden almış ki?
- Ner'den
alacak ki, köyün ardındaki yamaçtan.
- Arka tarafta yamaç mı var?
- Hee.. biliyorsun
sandık. Görmek istersen, bizim oğlan seni götürsün.
- Olur
gidelim..
- Beyim, hiç
olmazsa çayını bitirs..
- Hüüp, bak
bitti bile.
- Eh sen
bilirsin. Seyit, Seyit bak emmin yamaca
gitmek istiyormuş.
- Geldim
emmi, geldim.
Saçları üç
numara kesilmiş başı, öne eğilmiş güçlü bir boğa gibi önünde durdu. Aynı
çeviklikte arkasına dönüp,
- Emmi,
arkamdan kop gel.
- Yavaş git,
yavaş. Ben senin kadar genç değilim.
Meyve
ağaçlarının arasına gizlenmiş evlerin sıvası dökülmüş bahçe duvarları arasından
kıvrılırken, önlerine çıkan küçük kaz kolonilerine paçasını kaptırmamak için
ebecilik oynar gibiydi. Yanaklarına sürünen kızarmış mis gibi kokan elmaları
ısırmamak için kendini zor tuttuğunu anında anlayan üç numara saçlı boğa, çadır
tiyatrosunun sihirbazı edasıyla kopardığı elmayı uzattı. Hemen elinden
alınmadığı için beğenilmediği kaygısıyla pantolonuna sürterek parlattı,
temizlendiği inancı içinde. Elmadan çatlatılarak alınan lokmadan tatlı sular
dudağının kenarındaki kıvrımlardan çenesine doğru akmaya başladı. Erketeye
yatmış kenar mahalle delikanlısı gibi gözleri bir sağa bir sola gidip
geliyordu. Aniden koluna siliverdiğinde ağzını, birilerinin 'Yapılır mı?' diye uyaracağı korkusunu
içinde yaşayarak, adımlarını olduğundan daha hızlı atmaya başladı, oradan hemen
uzaklaşabilmek için. Köy evleri seyreldiğinde, bitirdiği elma çöpünü hala
avucunun içinde baş ve işaret parmakları arasında tuttuğunu hissetti. İçindeki,
çöp tenekesi aramasıyla, elmayı nereye atacağı çelişkisi duygularına bir başka
boyut daha kazandırdı. Düz tarlanın ortasından geçerken, elma çöpünü daha evvel
bir duvarın gediğine sokuşturduğu için kendini daha rahat hissetti, yenmiş elma
sürülmüş tarlanın ortasında sırıtabileceğinden. Tarlanın bitiminde yemyeşil
dizilmiş ağaçları gördü. Dalları, ocaklarda yakılmak için budanmış ağaçlar,
daha çok toprağa batırılmış erkeklik organlarına benziyordu. Her biri sanki,
girilmez sokaklardan geçmenin cezasını çekiyorlardı. Bu, erkeklerin toplumsal
olgulardan çok genlerinde bu duyguyu taşıdıkları izlenimini veriyordu. Güneş
ışığı, çevredeki ağaçlar tarafından gölgelendiği için büyükbaş havyan
dışkıları, mayın döşenmiş tuzaklar gibi aniden önünde beliriyordu. Uzaktan
Erzurum bar oynar gibi yürürken, arasıra mayın kazaları yapıyordu. Çamur ve
mayın parçaları ayakkabılarının çeperlerini süslü küçük çukulatalı turtalar
gibi bezemişti.
- Emmi, az
ilerisi yamaç, ben biraz çırpı toplayacağım tandır için, anam istedi de. Sen
istediğin gibi dolan, yolu nasıl olsa öğrendin.
- Hah, tabii,
tabii.. kendi başıma dönerim.
Sanki parlayan gözleri, her gece düşünde
gördüğü koruluğa bakıyordu. İleride kayalar olmalıydı. Yöneldi. Gerçekten
kayaların uçlarını gördü. 'Tamam'
dedi, 'bu kez yaşıyorum, düş değil'. Koca taşların arasında dengesini
sağladığında iki elini ağzına siper etti ve yüksek sesle bağırdı.
- Heey..
Birkaç saniye
sonra sesi aşağıdaki vadide yankılandı. Sesine yanıt gelmeyince, bu kez daha
güçlü bağırdı.
- Heeey..
&
Artık çok
kolay söyleyebiliyordu, söylemek ne demek adeta haykırıyordu. Tüm bedenini
kaplayan ter, alnından boncuk boncuk şakaklarına, oradan da çenesine
süzülüyordu. Üstelik, sesi de çatlamıştı bağırmaktan. Kayaların arasından aşağı
doğru süzülmeye başladı yavaş yavaş. Bağırırken ses tonu gittikçe inceliyor,
gittikçe yükseliyor, aynı oranda adımlarının sıklığı da artmaya başlıyordu.
Artık, önünde az da olsa genişleyen küçük patikadan daha rahat inebiliyordu.
Koşma hızını iyice artırdı. Nefesi, koşmasına mı, bağırmasına mı yetmesi
gerektiği arasında bocalayıp durdu. Saç diplerinde çağlayana dönüşen terine ve
ağzından saçılan salyalara, gözyaşları karışmaya başladı, tahin pekmez gibi.
Artık düzlüğü olduğu yerden rahatça görebiliyordu. Üstelik, koştukça ova ona
yaklaşıyordu. Düzlüğün başındaki top ağacın altında bir beyazlık farketti
aniden. Sarsıntılı inişinden, ne olduğunu seçemedi. Yavaşladıysa da titrek
görüntüyü netleştiremedi. Çaresiz durdu, iyice görebilmek için, gözlerini
kıstı. Gördüğü beyazlık bir hayvan bacağıydı. Yanaklarından süzülen kaplıca
sularının aniden kuyu suyu soğukluğuna ulaştığını hissetti. Görünen beyaz
ayaklardan biri, dizinden kıvrıldı, sonra toynağının ucuyla yere birkaç kez
vurdu. Diğer toynak, toprağı eşeledi. Dört ayak yere basılı olarak kısa süre
bekledi. Aniden ağır adımlarla yürüdü, sonra yine durdu. Hayvanın üst kısmını
göremediğinden, ne olduğu hala anlaşılamıyordu. Birden, kasları istem dışı
olarak onu tepeden aşağıya doğru yürütmeye başladı, üst kısmını da görebilmek için.
Hayvanın aniden kısa mesafeyi koşup durmasıyla, yokuş aşağı inişi çakılıp
kaldı. Gördüğü dünya güzeli otlayan bir beyaz kısrak, kuyruğunu bir sağa bir
sola sallayıp, sineklerini kovuyordu. 'Bu
sefer, bu sefer benimsin, sana bineceğim.'
diyerek başladı deliler gibi koşmaya. Bir yandan anlamı olmayan kelimeleri ardı
ardına, tükürüklerinin içine sarıp, şarapnel parçaları gibi fırlatıyordu önüne
doğru. Düzlüğe eriştiğinde, hayvanı ürkütmemek için naralar patlatmaktan
vazgeçti. Yeni sürülmüş tarlanın keseklerine basarken birden ayak bileğini
burktu. İçinden, şu an yaşadıklarının belki de onun için son fırsat olduğunu
çok iyi anladığından acısına aldırmadı, dayandı, kocası tarafından aldatılan
kadın gibi. At onu görünce, önce yan döndü, kuyruğunu sallamaya devam ederek.
Son anda aklına gelen bir ayrıntı, kafasını allak bullak etti. O da şu ki; daha
önce hayatında hiç ata binmemişti. Filmlerde ne gördüyse, onu deneyecekti. Ata
iyice yaklaşmıştı. Yavaşladı. Tavşan ürkekliğinde yanına geldiğinde dizginleri
eyere tutturulmuş olarak buldu. Sol ayağını üzengiye geçirdi. Eyerin topuzundan
tuttu. Birkaç kez yaylandıktan sonra sıçrayıp, atın üzerine doğru tırmanmaya
başladı, yeni emeklemeye başlayan bebeğin kaldırım taşına çıkması gibi. Sağ
ayağını attığı boşlukta diğer üzengiye sokmak için aradı, havaya boş tekmeler
atarak. Sonunda, eliyle kayışından yakaladığı üzengiyi ayağına geçiriverdi.
Şimdi esas soruna gelmişti, 'bu hayvan nasıl gidecekti' bilmiyordu. Yine
filmlerden esinlenerek, dizginleri acemice sallayıp, alçak ve ürkek bir sesle 'Deh!' dedi. Hayret! At yürümeye
başladı. Bir süre şaşkın şaşkın yavaş adımlarla yürüdüler. Sonra dizginleri
bale yapan balet kibarlığında kendine doğru çekip, yine yavaş sesle 'Çüşş!' dedi, utanarak. Hayvan yine emre
itaatle durdu. Yeniden dizginleri sallayıp 'Deh!'
dedi.
Yarım saat
kadar ne yöne bile gittiğini bilmeden, atın istediği yönde kah tarlalardan, kah
ormandan, kah dereden, kah tepeden geçtiler. Engebelerden geçerken, boşanmış
ana babayı kucaklamış çocuklar gibi atın boynuna sımsıkı sarıldığından, yürüyüş
hızını arttırma cesaretini gösteremedi kendinde. Artık atın hareketlerine
alıştığından çevresini de seyredebiliyordu, ilerlerken. Uzaktan belli belirsiz
görünen köye yaklaşırken at ile görüntüleri, daha çok western filmlerindeki
yorgun kovboy gibiydi. Biraz daha yaklaştıklarında bu köyün bizim köy, görünen
kahvenin de bizim kahve olduğuna hayret etti. Beyaz kısrak, kahvenin önündeki
atın yanına, hipermarketlerin otoparkına yerleşir gibi yanaştı ve durdu.
Kırmızı yanaklı köylü yalpalayarak sekiden aşağı inip, yanına geldi. O, attan
inerken, sağlık fışkıran köylü dizginleri sımsıkı yakalamış, duruyordu.
- N'oldu?
- Ne n'oldu?
- Yahu, tamam
mı yani?
- Ne tamam mı?
- Yaşamak
istediğin düş!
- Ne düşü?
- Bre adam,
sen buraya düşünü yaşamaya gelenlerden değil misin?
- Düşümü mü
yaşadım?
- Yaşamadın
mı?
- !... Nereden
biliyorsun düşümün bu olduğunu?
- Görülecek
başka düş mü var? Üstelik, sen de aynen diğerleri gibiydin.
- Kim
diğerleri?
- Kim olacak,
senin gibiler.
- Ne
yapıyormuşuz biz?
- Bir kere,
hepinizin motordan inişi aynı, yürüyüşü aynı, bakışı aynı. Biz de senin gibi
olup olmadıklarını anlamak için, bir fırsat bulup, köyün adının 'Yamaç' olduğunu söyleyiveriyoruz.
- Sihirli
kelime bu mu?
- Hee. Bunu,
evvelki yıllarda keşfettik.
- Eee..
- Ee'si şu
ki, köyün adı yamaç mamaç da değil.
- Nasıl yani,
köyün adı 'Yamaç' değil mi?
- Değil tabii
ya, biz değiştirdik ismini. Bildim bileli, bu köyün adı 'Sakızcakıran'. Zaten buraya gelen, köyün adını bile bilmiyor,
beğeniyor ve iniyor. Onun için buranın adının 'Sakızcakıran' olması ya da olmaması nasıl olsa farketmiyor. Ama 'Yamaç' olursa, iş şekillenmeye
başlıyor. Bak, senin de gözlerinin içi parladı, köyün adının 'Yamaç' olduğunu duyunca. Götürelim
deyince, hemen kabul ettin, buraya uzak mı diye bile sormadan. Biz de seni
oğlanın yanına kattığımızda, diğer yana haber verdik.
- Neresi 'O'
diğer yan?
- Yav, herkes
dağ başında beyaz bir at bulsa, ne olur bu memleketin hali, hiç düşündün mü?
- Onu da mı
siz koydunuz oraya?
- Tabii ya...
- Peki, farz
et ki, o beyaz kısrağı süremeseydim, ne olacaktı?
- Sen o atı sürdüğünü mü sanıyorsun?
Öncelikle, senin sürdüğün at beyaz değil boyalı, sonracığıma kısrak değil
erkek, yani seyis atı.
- O da ne ki?
- At sürmekte
güçlük çekebileceklere, seyis atı dediğimiz erkek at verilir. Onlar daima
kısrağı büyük bir sadakatle takip ederler, ne umarlarsa içlerinden. Sen ne yana
çekersen çek seyis atını, o yine döner kısrağın peşinden gider. Senin at,
kısrağı çok iyi görüyordu ama sen dangalaklığından aymadın, çünkü o at beyaz
değildi. Kısrağı engebesiz yerlerden köye getirdik, sen de erkek atın üzerinde,
arkasından.
-
Anlayamadığım bütün bunları niçin yapıyorsunuz?
- Hizmette
kusur etmemek için.
- Ederseniz ne olur?
- Valla, biz
alacağımız parayı hak etmek isteriz.
- Ne parası?
- Ne parası
olacak, bunca iş bedava mı yapılır?
- Nee, bir de
para mı vereceğim üstüne?
- Sen büyük
kentte yaşadıklarını parasız mı yapıyorsun?
- Yani!...
- Yanisi şu
ki, gazinoya, pavyona, sinemaya, tiyatroya senin anlayacağın parmağını her
kıpırdattığında ücret ödemiyor musun, o yerlere? Televizyonlardaki reklamlarda,
her şey bizim düşlerimizin evi, arabası, buzdolabısı, deterjanı, bankası değil
mi? Peki, bu düşlerdeki yaşatmaları, bedava mı yapıyorlar, onlar?
- Köyde,
tarlada, ormanda yürüyüp, koşmanın, dağlara doğru bağırmanın, başıboş dolaşan
bir ata biraz binmenin, ücreti mi olurmuş?
- Beyim,
gördüğün gibi bu köyde yapılan tarımcılıkla, hayvancılıkla bu kadar insanın
karnı doymaz. Bilirsin hayvan aç bırakılmaya gelmez, gelir önce seni ısırır.
- Buna
soygunculuk denir.
- İster öyle
de, ister turizmcilik de. Sen yeter ki yaptıklarımızın karşılığını ver. Bak
zaten epeyce geç kaldın, on dakikadır kaptıkaçtı bekliyor, seni geldiğin yere
götürmek için.
Kös kös
minibüsün basamaklarına tırmanırken, düşlerinde gördüğü o beyaz ata niçin
binemediğini düşünüyordu.
ahb
"Sanal Kalemin Gerçek Düşleri" kitabındaki aynı isimli öykü.
not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder