4 Ağustos 2012 Cumartesi

Beyaz atlı şimdi geçti buradan

     Halbuki söyleyeceği cümle, 'bir, iki, üç' demek kadar kolaydı, bunca ıkınmasına rağmen. Ama bir türlü olmuyordu, yahut beceremiyordu. Çevresinden 'Bunu söyleyemeyecek ne var ki?' denmesinden hiç etkilenmiyorsa da bu baskılar, olsa olsa her insanda bulunan ondaki aşağılık duygusunu biraz daha şişirmekten öte gidemiyordu.
      Kimseler bilmiyordu, onun geceleri düşlerinde, düğmeleri çözük beyaz gömleğini havayla yelken gibi şişirerek, tepelerden aşağı doğru koşarken avaz avaz bağırdığını. Naraları ağzından tükürükler saçarak çıkarken, boynunun damarları 'yaşıyorum' dercesine, fincanları kırılmış elektrik direklerinden düşmüş yüksek gerilim telleri gibiydi. Gün içinde söylemesi gerekenlerin iki katını haykırıyordu karşıdaki ovaya. Kelimelerini, yanından geçtiği ağaçların dallarına, kayaların sivri uçlarında parçalanmış olarak takıldığını görüyordu. Engelleri geçenlerin, önündeki ovaya doğru mitralyöz parçaları gibi yayıldığını gördükçe, sözlerinin yerini bulduğu inancını duyup, huzura kavuşuyordu. Tepelerden bu inanılmaz hızlı inişi bitmiyor, o ovaya süzüldükçe aradaki mesafe hala kapanmıyor, bir türlü düzlüğe kavuşamıyordu. Her gece düzlükte bekleyen beyaz kısrağa binmek için sıçraması onu uykusundan uyandırıyordu.
          Birkaç kez, arkadaşlarının ısrarlarına dayanamayıp hekimlere gözükmüştü. Bir tanesine, neyi diyemediğini anlatmaya çalıştıysa da, beceremedi ya da doktor anlayamadı. Diğeri anladığında, çocukluğunda yaşadığı bir öyküye dayandırmak için olmadık yerlere sürükledi onu, hırpalayarak. Bir kez olsun, özrünün nedeninin adam olduğundaki çocukluğunda oluştuğunu anlatamadı.
       Komşuları onu bir hocaya gösterdiler. Ondaki göbeğin pürüzsüz ayva gibi olmaması, hele hele kılları aralayıp da dua yazmak üfürükçünün hiç işine gelmediğinden,  'Kilidi çözmek lazım' diyerek, yardımcılarına kurşun döktürüp işi bitirdi. İltihabın daha kuvvetli antibiyotikle tedavi edilmesi gibi 'Bir ay sonra gel. Eğer çözülmemişse, daha kuvvetlisini yaparız' diyerek, bir sonraki vizite ücretini de garantilemişti.
        Söyleme özründen dolayı çoğu kez karakollarda sabahlayıp, mahkeme kapılarında süründü. Polisler onu tanıdıklarında, artık onu kapıdan geri çevirmeye başladılar, 'Bu akşam başka misafirler geliyor, sizleri müsait bir gün kabul edelim.' dercesine. İlk zamanlar, polisler onu konuşturmak istiyor, o özründen söyleyemiyor, polisler ısrar edip sorguyu uzatıyor, vücut dirençleri alt düzeylerde seyrediyor, revir, hastane derken özrü onun bu kez de tedavi edilmesine engel oluyor, kendi haline bırakıldığında diriliyor, yeniden sorguya devam ediliyor, sonunda mahkemeye çıkarılıyor, özrü orada da onu ifadesi alınmak üzere ikinci kez mahkemeye mukavemetten açılan dava için nezarete geri gönderilmesiyle, başlanılan yere geri getiriyordu. Böyle bir özrün varlığını bilen bir dostun tanıklığıyla yeniden kendi yaşamına dönüyordu. Tabii ki bu yaşananlar, ne sorgucuda, ne katipte, ne hakimde, ne hekimde.., yani kimsede derman bırakmıyordu, kendisini saymazsak.
        Güneşin, çiçeklerin onun için açtığı, gökyüzünün onun için mavi olduğu, kır çeşmelerinin onun için buz gibi aktığı, kadınların onun için güzelleştiği bir gündü. İçindeki coşkuyu, suya, toprağa, gökyüzüne atmak istiyordu, tıpkı düşlerindeki gibi. Nasıl ve ne zaman yaptığını bilemeden, göz alabildiğince yeşilliklerin içinde otu bin senede tükenmeyecek gibi çayırlarda otlayan, kalçalarını savurtarak yürüyen koyun sürülerinin, delifişek gibi akan buz gibi dere sularında serinlediklerini seyrettiği bir minibüsün içinde buluverdi kendini. Belli ki o gün otogarın yanından geçerken kahyaların ısrarlarına karşı koyamayıp, hayat pahalılığını protesto eden son kerteye gelmiş memurların polis tarafından toplanması gibi araca bindirilmişti. Bir kısım yolcular, şehirden yaptıkları alış verişleri hala tartışıyorlardı kendi aralarında. Alınanlar, alınmayanlar, alınamayanlar, hayaller içinde köy kahvesinin önündeki meydana bir toz bulutu içinde adeta kondular. Boğucu sıcak, havayı nefes alınamaz hale getirmişti. Yanında oturan yaşlı karıkocaya ayak uydurup, minibüsten kaçarcasına, kahvenin önündeki sulanmış çiçeklerin artan sularından cıvımış çamura atladı. Akşamdan boyadığı iskarpinleri, sayasına kadar çamurun içine batmıştı. Çok kötü bir şey yaptığı duygusuna kapıldı ilk anda. Kara gözlerle bakıştı, bir şeyler anlatmadan anlamaya çalışırcasına. Hiç kimsenin umurunda değildi bir karış çamura batmış ayakkabılar. Rençber Veli'nin 'Biriyle ilk karşılaştığımda, önce ayakkabılarına bakarım. Benim için...' diyecek hali yoktu. Ayakkabılı olması onun için yeterliydi. Tut ki baktı, tut ki ayakkabısı yoktu. O zaman aklından şu sessiz konuşmalar geçecekti. 'Üleen, Bu herife nereden çarık bulacağız, hiç birimizin ikincisi yok ki, verelim.' Çopur yüzlerin içine oyulmuş, bakıldığında ne demek istediği kolaylıkla okunabilen gözlerden yaşama dair bir şeyler yaptığını hissetti; buranın neresi, onların kimler olduğuna aldırmadan. Aklına bile gelmedi, Memet ağanın bilmem hangi bankaya girdiğinde aldığı hizmetler, alacağı arabayla düşlerini nasıl gerçekleştireceği, biriktirdiği kuponlardan tabak takımı almanın heyecanı; suratındaki kıllara bakıldığında hiç üç bıçaklı jileti, hiç sürdükten sonra ferahladığı tıraş kokusunun olmadığını ya da karısının şu an çimen lekesini kendine dert ettiğini konduramadı o sabit bakan siyah gözlere.
- Hoş gelmişsin beyim.
- Hoş bulduk !
      İki yana açtığı, çamurlara batmış ayaklarına palet takmış kumsalda yürür gibi kahvenin basamaklarına yöneldi.
- Gel beyim, şöyle buyur, bi soluklan.
- Teşekkür ederim.
- ...
- Burası neresi?
- !.. Yamaç Köyü!..
- Çok güzel bir köy, her yer yemyeşil. Bence buranın adı Yeşilköy olmalıydı.
- Hee.. Hee..
- Adını nereden almış ki?
- Ner'den alacak ki, köyün ardındaki yamaçtan.
- Arka tarafta yamaç mı var?
- Hee.. biliyorsun sandık. Görmek istersen, bizim oğlan seni götürsün.
- Olur gidelim..
- Beyim, hiç olmazsa çayını bitirs..
- Hüüp, bak bitti bile.
- Eh sen bilirsin. Seyit, Seyit  bak emmin yamaca gitmek istiyormuş.
- Geldim emmi, geldim.
      Saçları üç numara kesilmiş başı, öne eğilmiş güçlü bir boğa gibi önünde durdu. Aynı çeviklikte arkasına dönüp,
- Emmi, arkamdan kop gel.
- Yavaş git, yavaş. Ben senin kadar genç değilim.
      Meyve ağaçlarının arasına gizlenmiş evlerin sıvası dökülmüş bahçe duvarları arasından kıvrılırken, önlerine çıkan küçük kaz kolonilerine paçasını kaptırmamak için ebecilik oynar gibiydi. Yanaklarına sürünen kızarmış mis gibi kokan elmaları ısırmamak için kendini zor tuttuğunu anında anlayan üç numara saçlı boğa, çadır tiyatrosunun sihirbazı edasıyla kopardığı elmayı uzattı. Hemen elinden alınmadığı için beğenilmediği kaygısıyla pantolonuna sürterek parlattı, temizlendiği inancı içinde. Elmadan çatlatılarak alınan lokmadan tatlı sular dudağının kenarındaki kıvrımlardan çenesine doğru akmaya başladı. Erketeye yatmış kenar mahalle delikanlısı gibi gözleri bir sağa bir sola gidip geliyordu. Aniden koluna siliverdiğinde ağzını, birilerinin 'Yapılır mı?' diye uyaracağı korkusunu içinde yaşayarak, adımlarını olduğundan daha hızlı atmaya başladı, oradan hemen uzaklaşabilmek için. Köy evleri seyreldiğinde, bitirdiği elma çöpünü hala avucunun içinde baş ve işaret parmakları arasında tuttuğunu hissetti. İçindeki, çöp tenekesi aramasıyla, elmayı nereye atacağı çelişkisi duygularına bir başka boyut daha kazandırdı. Düz tarlanın ortasından geçerken, elma çöpünü daha evvel bir duvarın gediğine sokuşturduğu için kendini daha rahat hissetti, yenmiş elma sürülmüş tarlanın ortasında sırıtabileceğinden. Tarlanın bitiminde yemyeşil dizilmiş ağaçları gördü. Dalları, ocaklarda yakılmak için budanmış ağaçlar, daha çok toprağa batırılmış erkeklik organlarına benziyordu. Her biri sanki, girilmez sokaklardan geçmenin cezasını çekiyorlardı. Bu, erkeklerin toplumsal olgulardan çok genlerinde bu duyguyu taşıdıkları izlenimini veriyordu. Güneş ışığı, çevredeki ağaçlar tarafından gölgelendiği için büyükbaş havyan dışkıları, mayın döşenmiş tuzaklar gibi aniden önünde beliriyordu. Uzaktan Erzurum bar oynar gibi yürürken, arasıra mayın kazaları yapıyordu. Çamur ve mayın parçaları ayakkabılarının çeperlerini süslü küçük çukulatalı turtalar gibi bezemişti.
- Emmi, az ilerisi yamaç, ben biraz çırpı toplayacağım tandır için, anam istedi de. Sen istediğin gibi dolan, yolu nasıl olsa öğrendin.
- Hah, tabii, tabii.. kendi başıma dönerim.
     Sanki parlayan gözleri, her gece düşünde gördüğü koruluğa bakıyordu. İleride kayalar olmalıydı. Yöneldi. Gerçekten kayaların uçlarını gördü. 'Tamam' dedi, 'bu kez yaşıyorum, düş değil'. Koca taşların arasında dengesini sağladığında iki elini ağzına siper etti ve yüksek sesle bağırdı.
- Heey..
       Birkaç saniye sonra sesi aşağıdaki vadide yankılandı. Sesine yanıt gelmeyince, bu kez daha güçlü bağırdı.
- Heeey.. 
&
    Artık çok kolay söyleyebiliyordu, söylemek ne demek adeta haykırıyordu. Tüm bedenini kaplayan ter, alnından boncuk boncuk şakaklarına, oradan da çenesine süzülüyordu. Üstelik, sesi de çatlamıştı bağırmaktan. Kayaların arasından aşağı doğru süzülmeye başladı yavaş yavaş. Bağırırken ses tonu gittikçe inceliyor, gittikçe yükseliyor, aynı oranda adımlarının sıklığı da artmaya başlıyordu. Artık, önünde az da olsa genişleyen küçük patikadan daha rahat inebiliyordu. Koşma hızını iyice artırdı. Nefesi, koşmasına mı, bağırmasına mı yetmesi gerektiği arasında bocalayıp durdu. Saç diplerinde çağlayana dönüşen terine ve ağzından saçılan salyalara, gözyaşları karışmaya başladı, tahin pekmez gibi. Artık düzlüğü olduğu yerden rahatça görebiliyordu. Üstelik, koştukça ova ona yaklaşıyordu. Düzlüğün başındaki top ağacın altında bir beyazlık farketti aniden. Sarsıntılı inişinden, ne olduğunu seçemedi. Yavaşladıysa da titrek görüntüyü netleştiremedi. Çaresiz durdu, iyice görebilmek için, gözlerini kıstı. Gördüğü beyazlık bir hayvan bacağıydı. Yanaklarından süzülen kaplıca sularının aniden kuyu suyu soğukluğuna ulaştığını hissetti. Görünen beyaz ayaklardan biri, dizinden kıvrıldı, sonra toynağının ucuyla yere birkaç kez vurdu. Diğer toynak, toprağı eşeledi. Dört ayak yere basılı olarak kısa süre bekledi. Aniden ağır adımlarla yürüdü, sonra yine durdu. Hayvanın üst kısmını göremediğinden, ne olduğu hala anlaşılamıyordu. Birden, kasları istem dışı olarak onu tepeden aşağıya doğru yürütmeye başladı, üst kısmını da görebilmek için. Hayvanın aniden kısa mesafeyi koşup durmasıyla, yokuş aşağı inişi çakılıp kaldı. Gördüğü dünya güzeli otlayan bir beyaz kısrak, kuyruğunu bir sağa bir sola sallayıp, sineklerini kovuyordu. 'Bu sefer, bu sefer benimsin, sana bineceğim.' diyerek başladı deliler gibi koşmaya. Bir yandan anlamı olmayan kelimeleri ardı ardına, tükürüklerinin içine sarıp, şarapnel parçaları gibi fırlatıyordu önüne doğru. Düzlüğe eriştiğinde, hayvanı ürkütmemek için naralar patlatmaktan vazgeçti. Yeni sürülmüş tarlanın keseklerine basarken birden ayak bileğini burktu. İçinden, şu an yaşadıklarının belki de onun için son fırsat olduğunu çok iyi anladığından acısına aldırmadı, dayandı, kocası tarafından aldatılan kadın gibi. At onu görünce, önce yan döndü, kuyruğunu sallamaya devam ederek. Son anda aklına gelen bir ayrıntı, kafasını allak bullak etti. O da şu ki; daha önce hayatında hiç ata binmemişti. Filmlerde ne gördüyse, onu deneyecekti. Ata iyice yaklaşmıştı. Yavaşladı. Tavşan ürkekliğinde yanına geldiğinde dizginleri eyere tutturulmuş olarak buldu. Sol ayağını üzengiye geçirdi. Eyerin topuzundan tuttu. Birkaç kez yaylandıktan sonra sıçrayıp, atın üzerine doğru tırmanmaya başladı, yeni emeklemeye başlayan bebeğin kaldırım taşına çıkması gibi. Sağ ayağını attığı boşlukta diğer üzengiye sokmak için aradı, havaya boş tekmeler atarak. Sonunda, eliyle kayışından yakaladığı üzengiyi ayağına geçiriverdi. Şimdi esas soruna gelmişti, 'bu hayvan nasıl gidecekti' bilmiyordu. Yine filmlerden esinlenerek, dizginleri acemice sallayıp, alçak ve ürkek bir sesle 'Deh!' dedi. Hayret! At yürümeye başladı. Bir süre şaşkın şaşkın yavaş adımlarla yürüdüler. Sonra dizginleri bale yapan balet kibarlığında kendine doğru çekip, yine yavaş sesle 'Çüşş!' dedi, utanarak. Hayvan yine emre itaatle durdu. Yeniden dizginleri sallayıp 'Deh!' dedi.
      Yarım saat kadar ne yöne bile gittiğini bilmeden, atın istediği yönde kah tarlalardan, kah ormandan, kah dereden, kah tepeden geçtiler. Engebelerden geçerken, boşanmış ana babayı kucaklamış çocuklar gibi atın boynuna sımsıkı sarıldığından, yürüyüş hızını arttırma cesaretini gösteremedi kendinde. Artık atın hareketlerine alıştığından çevresini de seyredebiliyordu, ilerlerken. Uzaktan belli belirsiz görünen köye yaklaşırken at ile görüntüleri, daha çok western filmlerindeki yorgun kovboy gibiydi. Biraz daha yaklaştıklarında bu köyün bizim köy, görünen kahvenin de bizim kahve olduğuna hayret etti. Beyaz kısrak, kahvenin önündeki atın yanına, hipermarketlerin otoparkına yerleşir gibi yanaştı ve durdu. Kırmızı yanaklı köylü yalpalayarak sekiden aşağı inip, yanına geldi. O, attan inerken, sağlık fışkıran köylü dizginleri sımsıkı yakalamış, duruyordu.
- N'oldu?
- Ne n'oldu?
- Yahu, tamam mı yani?
- Ne tamam mı?
- Yaşamak istediğin düş!
- Ne düşü?
- Bre adam, sen buraya düşünü yaşamaya gelenlerden değil misin?
- Düşümü mü yaşadım?
- Yaşamadın mı?
- !... Nereden biliyorsun düşümün bu olduğunu?
- Görülecek başka düş mü var? Üstelik, sen de aynen diğerleri gibiydin.
- Kim diğerleri?
- Kim olacak, senin gibiler.
- Ne yapıyormuşuz biz?
- Bir kere, hepinizin motordan inişi aynı, yürüyüşü aynı, bakışı aynı. Biz de senin gibi olup olmadıklarını anlamak için, bir fırsat bulup, köyün adının 'Yamaç' olduğunu söyleyiveriyoruz.
- Sihirli kelime bu mu?
- Hee. Bunu, evvelki yıllarda keşfettik.
- Eee..
- Ee'si şu ki, köyün adı yamaç mamaç da değil.
- Nasıl yani, köyün adı 'Yamaç' değil mi?
- Değil tabii ya, biz değiştirdik ismini. Bildim bileli, bu köyün adı 'Sakızcakıran'. Zaten buraya gelen, köyün adını bile bilmiyor, beğeniyor ve iniyor. Onun için buranın adının 'Sakızcakıran' olması ya da olmaması nasıl olsa farketmiyor. Ama 'Yamaç' olursa, iş şekillenmeye başlıyor. Bak, senin de gözlerinin içi parladı, köyün adının 'Yamaç' olduğunu duyunca. Götürelim deyince, hemen kabul ettin, buraya uzak mı diye bile sormadan. Biz de seni oğlanın yanına kattığımızda, diğer yana haber verdik.
- Neresi 'O' diğer yan?
- Yav, herkes dağ başında beyaz bir at bulsa, ne olur bu memleketin hali, hiç düşündün mü?
- Onu da mı siz koydunuz oraya?
- Tabii ya...
- Peki, farz et ki, o beyaz kısrağı süremeseydim, ne olacaktı?
- Sen o atı sürdüğünü mü sanıyorsun? Öncelikle, senin sürdüğün at beyaz değil boyalı, sonracığıma kısrak değil erkek, yani seyis atı.
- O da ne ki?
- At sürmekte güçlük çekebileceklere, seyis atı dediğimiz erkek at verilir. Onlar daima kısrağı büyük bir sadakatle takip ederler, ne umarlarsa içlerinden. Sen ne yana çekersen çek seyis atını, o yine döner kısrağın peşinden gider. Senin at, kısrağı çok iyi görüyordu ama sen dangalaklığından aymadın, çünkü o at beyaz değildi. Kısrağı engebesiz yerlerden köye getirdik, sen de erkek atın üzerinde, arkasından.
- Anlayamadığım bütün bunları niçin yapıyorsunuz?
- Hizmette kusur etmemek için.
- Ederseniz ne olur?
- Valla, biz alacağımız parayı hak etmek isteriz.
- Ne parası?
- Ne parası olacak, bunca iş bedava mı yapılır?
- Nee, bir de para mı vereceğim üstüne?
- Sen büyük kentte yaşadıklarını parasız mı yapıyorsun?
- Yani!...
- Yanisi şu ki, gazinoya, pavyona, sinemaya, tiyatroya senin anlayacağın parmağını her kıpırdattığında ücret ödemiyor musun, o yerlere? Televizyonlardaki reklamlarda, her şey bizim düşlerimizin evi, arabası, buzdolabısı, deterjanı, bankası değil mi? Peki, bu düşlerdeki yaşatmaları, bedava mı yapıyorlar, onlar?
- Köyde, tarlada, ormanda yürüyüp, koşmanın, dağlara doğru bağırmanın, başıboş dolaşan bir ata biraz binmenin, ücreti mi olurmuş?
- Beyim, gördüğün gibi bu köyde yapılan tarımcılıkla, hayvancılıkla bu kadar insanın karnı doymaz. Bilirsin hayvan aç bırakılmaya gelmez, gelir önce seni ısırır.
- Buna soygunculuk denir.
- İster öyle de, ister turizmcilik de. Sen yeter ki yaptıklarımızın karşılığını ver. Bak zaten epeyce geç kaldın, on dakikadır kaptıkaçtı bekliyor, seni geldiğin yere götürmek için.
    Kös kös minibüsün basamaklarına tırmanırken, düşlerinde gördüğü o beyaz ata niçin binemediğini düşünüyordu.

ahb 

"Sanal Kalemin Gerçek Düşleri" kitabındaki aynı isimli öykü.

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder