4 Mayıs 2013 Cumartesi

Hiç çocuklarınızı astılar mı?

Atilla İlhan anlatıyor;
"12 Mart sonrasının kahır günleriydi. Bir sabah radyoda duyduk ağır haberi: Deniz'lere kıymışlardı. Karşıyaka'dan İzmir'e geçmek için vapura bindim. Deniz bulanıktı; simsiyah, alçalmış bir gökyüzünün altında hırçın, çalkantılı...
Acı bir yel esintisinin ortasında aklıma düştü ilk mısra... Vapurda sessiz bir köşe bulup yüksek sesle tekrarladım. Vapurdan indikten sonra da rıhtım boyunca bu ilk mısraları tekrarlayarak yürüdüm".

(Müjgân: Kirpik)

Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız
O mahur beste çalar müjgânla ben ağlaşırız
Gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız
Yalnız kederli yalnızlığımız da sıralı sırasız
O mahur beste çalar müjgânla ben ağlaşırız

Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı
Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı
Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı
Gittiler akşam olmadan ortalık karardı

Bitmez sazların özlemi daha sonra daha sonra
Sonranın bilinmezliği bir boyut katar ki onlara
Simsiyah bir teselli olur belki kalanlara
Geceler uzar hazırlık sonbahara

 
Atilla İlhan - 6 MAYIS 1972

YUSUF ARSLAN'IN Babası BEŞİR ARSLAN anlatıyor

5 Mayıs günü haber vermediler.
 
Evdekilere söylememiştim ama, o gece infazı bekliyordum ben. Kızımın evindeydim. Evde benden başka hanım, oğlum Yücel, ablası, bir de damadım vardı.
 
6 Mayıs 1972.
 
Saat 04.30'da kapı çalınınca ben açtım. İki kişiydiler. Sivildiler. Herkes yatmıştı, uyuyorlardı. Kapının sesine onlar da kalktılar. Anne, şaşkın bir durumda benimle birlikte kapıyı açmaya indi. Dördüncü katta oturuyorduk. Hanımı üçüncü katta durdurdum. Ben aşağıya inerken, ikinci kattakiler kapıyı açmışlardı bile. Demek onların da ziline basılmış. ”Başınız sağolsun” demişlerdi. İlk sözleri bu olmuştu gelenlerin. Bu sözü kapıda değil, merdivenlerde söylemişlerdi. Anne duydu bu söylenenleri. Herkes ağladı.
...
Yenimahalle’yi geçip Karşıyaka Mezarlığı’na geldik. Saat 5 olmuştu. Gün ışımıştı. İnce bir yağmur çiseliyordu. Mezarlık resmi ve sivil polislerle doluydu. En az otuz otuz beş polis vardı. Bir de toplum polisi arabası duruyordu. Asker olarak da iki jandarma eri, iki astsubay, bir de jandarma yüzbaşısı gördüm. Yenimahalle Jandarma Komutanıymış.
 
Arabadan indik. Mezarlık Müdürü’nün odasına alındık. Ankara Emniyet Müdürü, Üçüncü Şube Müdürü de oradaydı. İki tane de, sanıyorum MİT'ten -birini öğrenciliğinden tanırım- şube müdürü vardı. Oturuyorlardı. Biz girince ayağa kalktılar. “Başınız sağolsun” dediler.
 
Cemil Bey: “Ben cenazemi teslim alır İstanbul'a götürürüm” dedi.
Emniyet Müdürü karşı çıktı önce, sonra da, “Araban hazırsa hemen al götür” dedi.
Cemil Bey: “Arabanın hazırlanması, cenazenin taşınması bazı formaliteleri gerektirir. Tamamlayınca götürürüm” dedi.
”Biz bu formaliteleri tamamlamanı bekleyemeyiz” dedi Emniyet Müdürü.
“Götüreceksen şimdi götür, yoksa biz herhangi bir yere gömeriz.”
Böyle söyledi Emniyet Müdürü.
 
Bu sırada Bora söze karıştı: “Hem cenazeyi teslim ederiz diyorsunuz, hem de taşınmasına izin vermiyorsunuz; işi oldu bittiye getiriyorsunuz. Ne demek bu? Madem teslim ediyorsunuz, biz cenazemizi, araba tutar, dilediğimiz zaınan alıp götürürüz” dedi.

Bu arada ben de, izin verecek olurlarsa Yusuf'umu alıp köyümüze götürmeyi geçiriyordum kafamdan. Bir yandan da, bunlar bir polis birliğini ardımıza takarlar, köyü de köylüyü de tedirgin ederler, diye düşünüyordum.

Cemil Bey, “İnfazda bulunan avukatlarımız gelsin, onlarla da görüşelim, gerekeni yaparız” dedi.
”Avukatların görevi mahkeınede sona erdi” dedi Emniyet Müdürü. “Artık avukatlarınızın işlere karışmaya hakları yoktur. Yani ne yapacaksınız? Şu anda burada ne yapacaksınız?” Sesi çok sinirliydi.

Bu arada Hüseyin'in babası Hıdır Bey de geldi. O da bitkindi. Cemil Bey, “Çocuklarımızın gömüleceği yeri görelim. Neresidir? Çocuklarımız nerede?” dedi.

Çocuklarımızı görmeye izin verdiler. Cemil Beyle Bora, kalabalık bir polis topluluğunun eşliğinde, çocukların gömüleceği yeri görmeye gittiler. Az sonra döndüler.

Cemil Bey, “İyi” dedi.

Böylece onların isteklerine boyun eğmek zorunda kalmış olduk.
Cenazelerin yanına götürdüler. Gusulhanedeydiler. Tabutların içindeydiler. Üç ayrı odacığa konmuştu tabutlar. Gösterilen odacığa girdim. Tabut, bir masanın üzerindeydi. Kapağı açıktı. Üç tabutun üçü de kapaksızdı. Ben yalnızca Yusuf'umu gördüm. Arka üstü yatıyordu. Ayağında botları vardı. Haki kadife pantolon. Üzerinde de gri bir hırka. Yüzü sararmıştı. Tutamadım kendimi, ağladım, öptüm, okşadım. Boğazında urganın siyah izi vardı. Boğazının altı şişmişti. Dokundum: Taş gibiydi. Gözleri aralıktı.

Öbür babaların ne yaptığını bilmiyorum. Göremedim. Gusulhaneden çıktık. Cenazelerimizi yıkatıp dini tören yapacağımızı söyledik. İmam geldi. Zorla geldi. İsteksizdi. Çıkarıp elli lira tutuşturdum eline. Yıkadı. Biz üç baba, bir de Bora, abdestlerimizi yeniledik. Yıkayıp kefenlediler. Kefenleri orada mezarlıkta aldık. Tabutlara koydular. Bir masanın üzerine üç tabutu yan yana koyduk.

Ben önceden söylemiştim: İmam yanaşmazsa cenaze namazını ben kıldırırım, demiştim.
”Cenaze namazı kılmayacak mıyız?” dedim.
”Orada kılarız” dedi imam. Atlattı bizi.

Cenaze arabası geldi. Tabutları arabaya koyduk. Mezarların yanına götürdük. Önceden hazırlanmış betondan boş mezarlar vardı. Biz seçtik mezarları. Daha doğrusu Cemil Bey seçti. Çocukların yan yana gömülmesi konusunda bir tartışma oldu. Biz yan yana gömülmelerini istiyorduk. Onlar karşı çıkıyordu.
”Yani yan yana gömülürlerse üçü birleşip yeni bir eyleme mi girişecekler?” dedik.

Adamların, bu isteğimizi yerine getirmeyeceğini, daha ileri gidersek o mezarları da vermeyeceğini tavırlarından anlamıştım. Cemil Beyi bir kenara çektim.
”Diretirsek burasını da vermeyecekler, gel evet diyelim,” dedim.
O da uygun buldu. ”Evet” dedik.

İlk, Deniz'i aldık tabutundan. Mezara indirdik. Bu arada aklımıza namaz geldi. Hocaya döndüm:
”Hani cenaze namazını burada kıldıracaktın?” dedim.
”Unuttum” dedi.
”Niye?”
”Bilmiyorum.
”Bu namaz kılınacak” dedim.

Deniz'i çıkardık mezarından, yeniden tabutuna koyduk. Tabutu da bir kum yığınının üzerine yerleştirdik. Önce onun namazını kıldık: İmam, biz üç baba, bir de Bora. Beş kişi. Öbürleri seyrettiler. Sonra Yusuf'un tabutuna geçtik. Bir taş yığınının üzerine koyduk tabutu. Onun namazını da kıldık. En son da Hüseyin'in namazını.

Namazlar tamamlanınca geldik Deniz'in başına. Alıp indirdik onu mezarına. Önce Deniz'i, sonra Yusuf'u, sonra da Hüseyin'i indirdik mezarlarına, sırayla. Deniz'in toprağı atılırken, imama döndüm:
”Telkin vermeyecek misin?” dedim.
”Vereceğim.”
”Ne zaman?”
”Sonra.”
”Niye şimdi vermiyorsun?”
”Sıkıyönetim var. Her davranışımızdan bir şey çıkarırlar diye çekiniyoruz. Ben sonra bu görevi yerine getiririm” dedi.
”Vebâli boynuna. Seni Allah’a bırakıyorum” dedim.

Bu konuşma ikimiz arasında geçti.

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder