10 Mayıs 2013 Cuma

Yaşamda, Yaşanmadan Yaşatılanlar

İnsanoğlu her dönem; yaşamak ile hayatta kalmayı,
birbirine karıştırmaktan hiç çekinmemiş.
Bunun da;
çağ atlatan sermaye gruplarının iştahını
gavurdağı salatası kadar açmış gözükmekte.
Günümüzde;
ellerindeki koruma yazılımlarını satabilmek uğruna
bilgisayar virüsleri yayma sektörlerinin
yumurta-tavuk yaratıcılığındaki girişimcilikleriyle,
bu minvalde insanoğlunun yumuşak karınlarını 
inceden inceye gözden geçirerek,
"insanları kendi çıkarıma nasıl alet ederim" derdinin açmazına 
açar bulma niyetiyle, 
kendine meslek olmayan bir iş yaratmanın 
derin tefekküründeler.

Aids ya da
kongolusundan kırımlısına, kuşlusu
hatta kanlandırarak kombinasyon sayısı arttırılmış grip virüsleri sayesinde,
işin başında üretilmiş aşılardan elde edilecek gelirle
"ayak izi bırakma" fikri ne kadar uyuşmakta,
bu da kişinin aklıyla düşünmesine kalmakta.

Reklam sektörünün hacıbabalarından, kulağı kesik bir muhterem zamanında yaptığı sohbetinde şöyle demişti:
"Bir deterjan reklamı mı yapacaksın. En basit yöntemi, ismini ancak meslek erbabının bileceği bir maddeyi öne, vitrine çıkarmaktır. Aslında tüm deterjanların yapımında olmasına rağmen, yalnızca ona ait bir özellik gibi tanıtmak. Kısaca; farklı olmayanların arasında farkı gördüğünü sanmak, tercih nedenidir. Biz de onların bu illüzyonu,  gerçek olarak algılamalarını sağlıyor, yardımcı oluyoruz"

Yapımızda zaten var olan bir maddeyi önce orta yere dikip,
sonrasında ona isabet ettirebilmek için 
avuçlanarak atılacak yerdeki taşları satmak,
kapitalist sistemlerin vaz geçilmezi olsa gerek diye düşünmekteyim.

Bir yandan sigaranın zararları ardı ardına dizilirken, 
reklama girer korkusuyla  
alzaymır'ı geciktirdiği konusu bir gerçek olmasına rağmen,
yasakları çiğnememek uğruna bir türlü ifade edilmesi 
söz konusu bile olamamakta.
Pazartesi sendromu, iş, işyeri, işveren stresi, 
eş, aş kaygısı ajitasyonlarıyla bezenmiş doludizgin yaşamlar için,
kostümlere uygun Hollywood dekorlu plato kurulur ve
ardından müsekkin üreticileri 
dikimevlerinde dikilen keplerden çok üretim yapar,
tüketimi karşılamak uğruna.
Gün gelir, yaşamı sorgulamak yerine, 
var olan ilaçların etkisizliğini tartışır hale gelir.
Bunun üzerine, aynı firma başka adla bir başka karışımı piyasaya sürer.
Kurutulup da kurtulması bir türlü düşünülememiş 
bataklıktaki sivrisinekler için,
havaya sıkılmış ayresolle alınacak önlemin cıvıklığıyla,
larva kaynayan yuvaların genişlemekten 
oynayacak yeri dar gelir.

Ücret karşılığı verilen
"sağlıklı yaşam", "uzun ömür", "kısa sürede çok kilo verme", 
"aklı boş ver, beden genç kalmalı" türü konferans ya da seminerlere;
polen filtreli, klimalı, uzaktan kumandalı, otomatik, 
aynı zamanda ses kontrollü cipleriyle katılanlar,
"hayata dört elle sarılın", "yaşamı sonuna kadar yaşayın", 
"aslolan insan sevgisidir" gibisinden
günümüz "nabza göre şerbet" lezzetindeki ticari edebiyatla,
katılım bedellerinden elde edilen trendlerin getirisi rant olarak paylaşılırken,
katılımcıların durumu istense de,
başka niyetler uğruna da olsa ilk ve tek kez kalkışılmış,
haftasonu günboyu adımlanmış doğa yürüyüşünü 
çağrıştırmaktan öte gidemez.
Aksi halde,
memleket doğacıdan geçilmez,
bunca pisliğin müsebbibi ve yaratanını da 
iyi saatte olsuna bağlamak farz olurdu.
Ya da zayıflama merkezlerinin yanlarına pıtırcık tarlası gibi açılan
kebapçı, hamburgerci, tatlıcı cirolarının
giyim mağazaları komşularına oranla
daha yüksek olduğu bilinmesi gerçeğine inat;

ya asansörle çıkılır,
ya da insanın hareketsizliğinden elde edilmiş konforla
tepeleme sıvanmış araçlar,
pencereden bakılınca görünecek kadar yakınlaşmış bahçeye park edilerek,
sağlıklı yaşam için spora başlanır.

Yumurtanın, yararlı mı ya da zararlı mı diye 
toplum tarafından algılatılması ya da
Kafkaslarda yaşayan 120liklere inat,
tereyağ üzerine düzülen koçaklamalar sayesinde
yaşamı bir tenis maçına döndürenler bu işe,
"düzen bu...", "eee n'aparsın ekmek parası..." gerekçelerine sığınarak
güzellemelerini esirgemeden sürdürmekte.

Sonuç olarak,
işte bu uygunlaştırılmış ensenin de,
şaplak yemesini engelleme şansının ortadan kalkması;
süreci akışkanlaştırmakta, çırpınma süresini ise sündürmekte, sürdürmekte.
Maharet isteyen bu uzmanlığın bel kemiği ise;
durmuş bir saatin günde iki kez doğru göstermesinin ince zekasında,
bir tutam doğruyu bir kazan mavrayla iyice karıştırıp,
çöpü samana ustaca yedirmekten ibaret.
E o da; yeryüzünde "hayatta kalma"nın derdine düşmüşler için,
o kadar da zor olmasa gerek diye düşünüyorum. 

Ara toplamda görünen o ki;
olmayan mesleği yaratarak kazanç elde etme, adeta meslekleşmekte ya da
bilim yerine bilgiyi makama, nakde, güce çevirecek transformatörler
kan ter üretmekten geri kalmamakta ya da
üstü okunmadan altına sorumsuzca atılsa da,
"bu gün kaç evrak imzaladım, biliyor musun sen?"e dayandırılarak
afilli her imza başına prim alıyormuşcasına,
yorgunluk bedelinin sosyal raflardaki hak ettiği yeri almasının,
bedende yarattığı iç huzur tahribatına aldırmadan böbürlenmekte,
parmak kıpırdatmaksızlıkla ters orantıda gelire kavuşmak,
içinde emek, alın teri olmayan yaşamlarda
sakinleştirici ilaç kullanma yaşını 8 e de düşürebilir,
uyarıcı ilaç kullanımını 88 e de tırmandırabilir.
Bu, başın içindekince çok iyi bilinse de,
kendi kendine ikna yoluyla zerk edilir,
bu koskoca yalan manzumesinin tatlı uyuşturucusu 1,5 kiloluk bu et yığınına.

Bu noktada, aynı zamanda dost bildiğim
Düş Hekimi Yalçın Ergir'in bir yazısına atıfta bulunmamak elde değil.

http://www.ergir.com/2011/dusler_anlatilirsa.htm
(TBD (Türkiye Bilişim Derneği)'nin 2011 yılında düzenlediği 28.Ulusal Bilişim Kurultayı'nda sunduğu sunum. Bağlandığınızda, sayfanın başındaki .pps sunumunu bilgisayarınıza indirerek açabilirsiniz)

Sunumun ortasında yer alan 
"Kasapta" başlıklı, 974 gramlık düşler bölümünde,
bana inat üç satırda konunun özünü bağlamış.
Kısaca insanoğlunun yaşamındaki gerçek üretiminin,
içinde hayat bulduğu üretim atölyesinin darasının
ağırlığına  
ulaşamadığını gördüğü halde bundan şikayetçi olmayıp,
yalnızca hayretini gizlemeyen sanatçının ürettiklerini de
"ne var? Onun yaptığını ben de yaparım... belki de daha iyisini..."
demeyerek sıradanlaştırılmadığında,
koltukaltında taşınan 40 karpuz bile an gelir,
bu durum karşısında çaresizleşebilir.
Zira yaşamak ancak bir damıtmadır;
demlemek gibi süre alan,
kavutuna akıl, sevgi ve emek bulaşan,
piştikçe altı tutmayan
Evren'in en sıcak en gevrek en taze somunudur belki de,
farelerin çiftleşerek kısa sürede üremesiyle karıştırılmadan.
Belki bir arısütüdür, belki de binlerce yılda bir parmak katmanlaşan bir kayaç.
Aslında insanın kendi aklını dürüstçe sıkma cesaretidir;
kaç damla damlayacağını bilmek uğruna,
süksesinin bozulmasından kaygı duymadan yaşanan korkusuzluktur,
kim bilir?

Bir zamanlar,
enine geniş bir ulunun "herkesin bir fiyatı vardır" diye buyurmasıyla;
insanın üç paraya kendini pazarlamasının,
hiçbir sakıncası olmadığı konusunda tava getirilmişti nasılsa.
Hatta kantara müdahale edilerek "benim memurum işini bilir" ile pekiştirilerek,
bugünlerin yeşermiş güvensizlik ormanlarının tohumları o günlerde ekilmişti.
Bu nedenle esas şaşırtıcı yanın,
günümüz hasadından biçilenlere hayret edilmesi olsa gerek.

Bağlantıda; günümüz misyonerlerinin kartelleştirdiği
"ölebilirsin ha!" tehditi ile yayılan "ölüm korkusu", kokusu;
akıl ile düşünülünce, çarenin üç kuruş için çiziktirilmiş reçetede değil de,
yaşamın içinde zaten var olduğunu açıkça gözler önüne sermekte.
 
Kısaca hikmetsiz akıllardaki cesaretin,
saman alevi kıvamını geçememiş olduğu gün gibi gözükse de,
aslolan; Don Kişot'u küçümsemeden,
yaşam öğüten değirmenden menkul canavarlara karşı
onurla durabilmek.

Sevgilerimle... 

ahb 

 not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder