Biri Hoşçakal mı dedi? Hani o "taa gençlik yıllarından" Yokluğunu aramak dersi asmana benzemiyor, İmza cetvelini karalamam, seni bir sonraki derse de getirmiyor. Ne yapacağız... bu kez ben de kestiremiyorum. Sana son kez Güle Güle diyeceğim ama... onu da diyemiyorum. Bu nedenle sana bu kez Güle Güle demeyi erteliyorum.
Yolun açık ve aydınlık olsun, boğazlıkazaklı günlerin Arkadaşı, Gürhan Nas...
Sevgilerimle... ahb
not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.
Bir sanatçı iskemle komşunsa, dikkatli olmak gerekir. Öyle olur olmaz
alkolün rehavetine kapılmamak yerinde bile olur. Adı üzerinde sanatçı
bu, ne zaman ne yapacağı belli olmaz. İki buçuk yıl öncesiydi, ılık
bir yaz akşamında tümü kırk beş yılı aşmış dostlarla dem tutmakta, kah
oradan kah buradan, kah bir kısmının hiç yaşamamışcasına unuttuğu o
günlerden kah bir kısmının hiç unutamadığı bu günlerden kürek çekiliyor
saltanat kayığındaymışcasına. İzzet gidip ikram geldikçe; rehavet
sürekli rubikon atıyor, özgüven saçmalamanın makuliyetine körü körüne
inanmanın saflığında. Soğuk mezeler büyükleri ağırlıyor, arasıcaklar
kısa da olsa konuş(a)mamışlara olanak tanıyor, sıcaklar büyüklerin yeni
büyüklerle ikmal edilmesine yataklık yapıyor. Sıra geliyor meyveye. Her
bir şişmiş ego yolluk istemeye, "Söyle de birer yolluk versinler"
demenin gereksizliğinde çoktan teşne.
İşte tam bu sahnede tokatı yemiştim. Yollukları da kapatmanın gevşekliğindeyken, masadaki yan komşum Selçuk
Demirel, tabağını uzatıyor bana... Görünenin tümü kiraz saplarından
menkul. Ve uyandırmak zorunda hissediyorum kendimi. Ve yüzüme diyor ki; "Mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin, hani işin kolayına
kaçmadan... Yapıyorum abi, yapıyorum işte. Deha işte şu an duyduğum
mutluluk bu, hem de kolayına kaçarak" Demem o ki Selçuk; Abidin
Dino'nun, terekesinin bir kısmını emanet ettiği kişi ve o emanetlerle,
onun adına bir sergi açmıştı, bir kaç yıl öncesi İstanbul'da. Bir
zamanlar, porselen tabaklara fotograf taab ederlerdi. Adam kirazını
yerken kendi portresini yapıvermişti oracıkta üstelik, içinde kırk beş
yıllık bir mutluluğu taşıyan.
Hesap ödeniyor ve gece yarıyı bırak,
sabahı kurtarmanın derdinde bir saat olduğundan alel acele sofra
toplanıyor, "temiz masada oturun" bahanesiyle. Bu saatten sonra eve
hangi araçlarla gidebileceğini aklında oturtmaya çalışan suratlı komi,
pür telaş masayı adeta silip süpürüyor, bir an evvel kendini kapıdan
dışarıya atabilmenin gayretiyle. Ve sıra geliyor Selçuğun portresine.
Hışımla uzatıyor kolunu ikimizin arasından. Kol orada donuyor. Ben
Selçuk'un, o benim kominin elini engellediğinden şüpheleniyoruz. O atom karınca
gitmiş, Brigitte Bardot'ya aniden aşık olmuşcasına yüzünde tuhaf bir
tebessüme karışan aydınlanma beliriyor. "Eee...mmm... abi... n'apcam
bunu" Selçuk boynunu çeviriyor. "Ne demek n'apcam? Ne bileyim n'apcağanı
oğlum." Tedirgin bir sesle; "Abi, biri bu tabağa bir resim
yapmış...n'apcam şimdi ben bunu?... Onu soruyorum" Selçuk devam ediyor; "Ne bileyim oğlum, ne istiyorsan onu yap... sevdiysen eve götür"
Tedirginliği sürüyor; "Götürmesine götürürüm de, giderken bozulur...
yapıştırsam mı acaba? hem yapıştırıcı alana kadar bulaşıkçı çoktan
halleder bunu... anlamaz ki" Bu kez ben çift dalıyorum; "Sen anlar
mısın?" Cevap net ve kısa; "Anlamam ama severim..." Gözümün
önünden "Atatürk, batı kültürünü dışarıdan getirip dayattı burnumuza
ama, Türk halkı yemedi, bünye kabul etmedi" diyen nurcuyu anlarım ama,
aynı söylemi papağan gibi tekrarlayan, kendini keskin solcu diye
pazarlayan AYDINlar konusunda kuşkularım pratiğe bakarak dağılıvermişti o
an. Bu düşünceden ayıldığımda, komi topladığı tüm bulaşık
tabaklarını servis masasına bırakmış, iki eliyle tuttuğu tabaktaki kiraz
sapından portreye baka baka, tedirgin ama yavaş ve dikkatli adımlarla
uzaklaşırken görüyorum. O an elindekini ne yaptığını ya da yapabileceğini hiç
düşünmek dahi istemiyorum.
Sevgilerimle... ahb
not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.
Sanırım son 10 sene içinde bir gündü, Devlet Tiyatrosu sanatçısı Murat Atak'ın "Alnında Işık Taşıyanlar" adında bir Sanat söyleşisinde duymuştum ilk kez. Kurtuluş Savaşının en kızgın ve yorulmak bilmez günleri, Yunan'ın topu Polatlı'dan duyulmakta. Ateş aralarında Mustafa Kemal, Karargahında resmi evrak işlerini, talimatları doğrultusunda sürdürmekte. Mermi stokları, sargı bezi, doktor,... imzalayıp bir sonrakini okuyor. Birden gerilmiş yüzü yumuşuyor, gözleri parlıyor ve arkasına gevşeyerek yaslanıyor ve keyifle doğrulup Devlet Konservatuarının kuruluş çalışmalarının başlatılması için, önündeki evrakı imzalayıp onay veriyor. Murat Atak sözü şöyle bağlamıştı: ya düşman aynı hızla cepheyi yarıp savaşı kaybetseydik? Bunu hiç düşünmemişti ve savaşırken aslında hep kurulacak yeni Cumhuriyetin temellerini atmaktaydı. Ve yine, "alnında ışık taşıyanlar" sıfatını yurt içinde ilk kez kullanan kişi olduğunu ve sonrasında da sanatçılar için kullanılan deyim haline geldiğini söylemişti. Onun ışığından söylenebilecek şu: "Sanat bir ülkenin gıdasıdır ve bundan tasarruf yapılamaz."
O günden sonra iyi insan, dürüst insan olmak gibi sanatseverin de olamayacağını anladım. Sanat yurdu besleyen olduğuna göre, red etmek her yıl 365 gün Sanat orucu yapmaya benzemekte. Kısaca halkın, toplum olabilmesi için gereken besin. Onsuz yaşamak nefes almamak demek. İnsanın ondan yararlanmama isteği ancak, budalalığı olabilir.
Ya devletin? Devlet, tarih yaşını artırabilmesi, sürdürebilmesi için halkını besleyeceği öncelikli en büyük kaynak. Kısa sürede ve çokça oluşturmanın, stok yapmanın zorluğu karşısında altın kıymetinde. Bir heykeltraşı bu hafta içinde yetiştirme şansı yok ya da bir yazarın yazar olabilmesi için kaç yıl emek harcadığı gün gibi ortada. Kısaca ben yazdımla olmuyor.
Sevgi ise küçük aklıma göre, kaybedilme korkusu yaşandığında telaffuz edilmekte. Anne, baba kaybedilebilir, sevgili terk edebilir. Bu nedenle duygular gitmeden onlara zikredilmeli.
Ama dürüst olmam zaten olmam gereken, beklenen bir durum, bir meziyet değil. Aynısı sanat için de söylenebilir. Ben sanatın her gün nimetlerinden beslenen biri olmam gerekir ki, insan olabileyim hem de, başkaları bana insan desin diye de değil. Ben önce kendimi insandan sayabilmem için. Elim, kolum, gözüm gibi. İnsan hiç gözsever ya da kolsever diye bir meziyeti olur mu? Ama gözümü kollarım; bir şey kaçmasın, bir şey batmasın, görüşsüz kalmayayım diye.
Kısaca ben üzerime düşen kollama, yaşamını sürdürme adına kendi doğrularımla omuz vermeye çabalıyorum, yetişmesi gerekli yeni ustalar eskilerini aratmasınlar diye. Her gün, her fırsatta daldırmalı elleri, avuca doldurabildiği kadarını akla yedirmeli ki; beslensin, ümmetleşme duygusunu köreltip toplum fikrini yeşertsin diye. Sanat; "Temel Gıda"dır ve açlığında yaşamak, yaşatmak önemini yitirerek yerini ölüme terk eder. Kısaca; gerçekte insanlık ölür.
Ve annemin söylemiyle noktalıyorum; "Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin"
not: Bu paylaşım kaleme alındığında; henüz darbe teşebbüsünde bulunulmamış, sanatçılar sebepsiz yere tutuklanmamış, eserleri yasaklanmamıştı.
Sevgilerimle...
ahb
not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.
Fotografın tarihine baktım, 13.7.2013. Yer Ankara'nın hayli rağbetli
bir AVM si. O dönemlerde ilgiyi arttırmanın koşuşturmasıyla Volkan Konak
Konseri dışında hiçbirine katılmadığım yığınla etkinlik düzenlemenin
derdindeler. Hemen alt katında da, dışından da girilebilen, fiyatları
gerçekten ucuz bir süpermarket denen yer var ve haftanın 2-3 günü orada
olsam da, bunca yıldır üst katlarındaki pahalı ve lüks mağazaları 10 kere anca görmüşümdür.
Yukarıdaki tarihteymiş anlaşılan oraya yine gitmemiz. Ortalıkta yine
pankartlar, bir sanat etkinliğinden söz etmekte. Havuz ile merdivenler
arasındaki boşluğa bir masa, dört sandalye konmuş. Etkinliğe dair
görüntülerin söyleşileceği yer olsa gerek diye düşündüm, hani yıldızını
parlatmak isteyen boya küpüne düşmüş bir şirinlik muskasının konu
dışında kıkırdayacağı. Ve aniden bu heykeli gördüm daha doğrusu, esen
rüzgardan ve parlayan sıcak güneşten hemen göremedim. Gördüğümü, sıcağın
verdiği bir beyin yumuşamasına yorduysam da, gölgeye denk geldiğimde
aynısı yine ağ tabakamda düz olarak belirince, Refikaya bir teyit
ettirmem gerektiğini anladım. Aha, o da doğruladı. Clint Eastwood
kıvraklığında telefonuma davrandığımı görünce ilk taciz ateşi ondan
geldi; "bulaşmaaa... yürü" Durum anlaşılmıştı, önce Refika engeli
aşılacaktı. Neyse, alacaklarımızı aldık, vereceğimizi verdik, çıkacağız
dönüş yoluna, aklıma geldi birden altuni pelerin. "Hadi çık sen bir iki
kat gez, Mangoya Mungoya bakarsın, benim acil tütütünüm geldi"
dediğimde, Mangonun dar bedenleri bana üstün gelerek önerim o an kabul
gördü. O ardına döndüğünde, ben soluğu çoktan Grek yakışıklısının
yanında almıştım. Çektim silahımı ateş etmeye başlayacağım, hızlı
adımlarla mutad Güvenlikçilerden biri seğirtti yanıma, paytak paytak
koşarak. Endişeli bakışlarıma inat son derece munis yüzüyle; "Efendim,
ikincisini de bağladık, merak etmeyin artık hiç açılmıyor, içiniz rahat
olsun..." dediğinde kaşlarım havada ama, asılmış suratıma bakarak
yavaşça gerime doğru uzaklaştı. Ama terk etmiyor sevdan beni hesabı,
prangalandığımı anladım. Fotograf çekmeye başladığımı anlayınca, nedense
etrafımda telsiz vızıltı sesleri birden arttı gibi geldi. Bu
anlaşılmazlıktan çıkarabildiğim anlaşılabilirlikler özetle; etkinlik
için birileri bir çıplak yakışıklı tarihi erkek heykeli getirip orta
yere koyar. Ancak ensarcılar bu konuda hassaslar, hemen şikayet ederler.
Ve sonunda "ya dekoltesini kapatırsınız ya da bunu buraya koyamazsınız"
salvosu atılmış gözükmekte. "Eee, ellenmemiş çoluğu var, ellenmiş
çocuğu var, kumalı ailesi var di mi bunun? El insaf yani." Kim bulur bu
altuni pelerini bilinmez ama getirip sarmalar. Bu kez de ya göğüsleri ya
da iniş takımları açıkta kalmakta, kalmak bir yana rüzgarın her
esişinde "Ceee" diyen bir çocuk oyununa dönüşmekte. Münafıklığa girecek
ama, işin içinde biraz kumalara karşı bir aşağılık kompleksi taşımışlar
izlenimi verdi zira, göğsünü kapattıkları bir erkekti. İlk kez, haşema
esintili kombin bikinili bir erkek gördüm, heykeli de olsa. Yakınına
gidip pelerinini açıp baktığımda (ki sanırım beni uzaktan seyredenler
çok gülmüş ve aslında niyetimin ne olduğu konusunda hayli çifte bahis
oynamışlardır herhalde. Yaşın verdiği akça pakça, sütlaçlığı da
görüntüye ekleyince "vah amcabey vah, susuz kalmış anlaşılan"a örnek
teşkil etmemem için bir neden de kalmamıştı orta yerde) içten beli ve
etek ucu çengelli iğne ile tutturulmuş, açıkta kalan göğüslerde garip
bir kumaşla kördüğümle bağlanmış. Ancak, rüzgarın yönü önünden
vurduğunda denizden ıslanmış beyaz donuyla çıkanın durumunu aratmakta.
Eee, ona da yapacak bir şey yok. Ya da en fazla itirazcılara, rüzgar
vurmasın diye önüne siper olup ikna etmişlerdir diye düşünüyorum.
Merakımsa, aynı yerde Müjdat Gezen'in Sanat Merkezi var. Eğerki kendi o
gün orada olsaydı, sanırım güvenlikçiler işin içinden bu kadar kolay
sıyrılamazlardı, Usta'nın neler yapabileceğini düşledikçe. Ben sizinle geveze bir anımı paylaştım, içinden çıkarsanacak varsa da, o da Arif'e kalmış.
Sevgilerimle...
ahb
not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.
Tarih 20 Temmuz 969. Yer Ege’de Ören adında küçük bir tatil beldesinde, bir beden eğitimi hocası olan Tahir Hoca’nın 20 günlük devrelerle işlettiği ünlü Altınkamp. Çoğunluğu; altı açık, üzeri kırmızı hilalsiz beyaz Kızılay çadırlarından oluşurdu. Gözde müşterileri ise Almanlar. Onlar, görkemli karavan ve renkli çadırları, evde bile görmediğimiz kamp araç, gereç, avadanlık ve olanaklarıyla koca alanın en işlek noktasında konuşlanırdı. Ve arka cephede o günlere göre lüks denebilecek konturplaktan bölmeli, bitişik nizam bungalovlar. Üç öğün kamp yemeği, masalara tencerelerle verilmekte. Arkasındaki tarlada yetişen sebze ve meyve ile öğünler aşılıyor, sık aralıklardaki el tulumbalı artezyen kuyularından çıkan su ise, o sıcağa karşı koymayı sağlasa da duş alma, adeta Kazak’ların bebelerine yaptırdıkları ilk banyonun buzlu suyu kıvamında. Denizin suyunun berraklığı, kumsalın genişliği, kumunun inceliği bir anda bedende lokal anestezi etkisi yapan denizin suyu sayesinde de tüm cazibesini yitiriyor. Müşteriler ise yaşamlarının mütevazılıklarına inat hayli okumuş, düşünce sahibi akademisyen, üst düzey memur, sanatçılardan oluşmakta.
O gün akşamüzeri, kaykılmış güneş altındaki plaj futbolu için sayının azlığı göze çarpıyordu. Hele ki takımları kuran ve sonrasında bir tavla muhabbeti kıvamında geceyi atışmaya çeviren Üniversiteli abiler ortalarda görünmüyordu. “abin nerde kaldı lan?” muhabbetlerinin sonucunda, akşama hazırlığın erkenden yapılıp gazino diye tabir edilen yemek bölümünün yanındaki büyük sekiye gelinmesi haberi yayılıvermişti. Ne olduğunu anlamamış olsak da, ardımızı döndüğümüzde çok da aklımızda kalmamıştı. Güneşin batmasına daha vardı. Birer ikişer duşlarını almış, uzun pantolonlu, gömleği dışına bırakılmışlar sekide birikmeye başladı. Ve nihayet o üniversiteli gruptan abiler gelse de, kaşla göz arasında bir yerlere koşuşturmaya başlamışlardı. Gün içinde “püff püff… sayın Aydın Keçe, sayın Tülay Geçe şehirlerarası telefonunuz var. Lütfen müracaata gelin” anonsu yapılan kasaba hoparlöründen yine aynı ses seslenmekteydi. “Lütfen dikkat. Bu akşam Apollo uzay gemisinin Ay’a inişi nedeniyle yayın yapılacağı için, akşamki müzik programı yayına göre geç başlayacaktır.” Mikrofon, hışırtılı ve parazitli bir radyonun önüne yerleşmenin yarattığı sesleri sansürsüzce veriyordu. “anteni çevir çevir, yok yok kaldır kaldır…” gibisinden ses en net hale getirmenin çabasındaki üniversiteliler, cephesi camlı küçük müracaat binasının içinden görünüyordu, çatıdaki arkadaşları elindeki altıgen sargılı antenle bir sağa bir sola dönerken. Ses yurtdışı maç anlatımlarından da daha anlaşılmazdı ama, arada cümle içinde geçen iki kelimeyi yakalayıp diğerlerini de biz aklımızdan serpiştiriyorduk. Deniz sakin, ilgilenilmediğinin alınganlığındaydı hatta, Kaz Dağlarının zirvesindeki kızıl gurup bile, batsa da gitsemin aceleciliğine bürünmüştü adeta. İnsanlar suskundu. Çoğunluk akşam alacasında yeni beliren puslu Ay’a arada bir göz ucuyla dokunuyordu. Sanırım bir asker çocuğu idi, elinde babasının arazi dürbününe gözlerini dayayarak sekinin üzerinden Ay’a uzun uzun bakan. Biri yanaştı çocuğun yanına. “Bir şeyler görünüyor mu?” dediğinde, çocuk olanca anlamsızlığıyla donuk donuk baktı adamın suratına. Ve soru sessizliğin getirisiyle olanca gücüyle yankı buldu kulaklarda. Ve dudaklardaki tebessüm o an görülmeye değerdi.
Burada lütfen müziği açın
Birer ikişer, kampın küçük büfesinden alınmış Dimitrikopulos şarapları sıradan dudaklara dayanmaya başladı, ağızdan ağıza geçerek. An geldi biz yeni ergenlere bile bir fırtla ıslatma izni çıktı. Durum aysarlık yapıp, sevinç yerini hüzne terk ediyordu, “Eee? N’olacak bizim halimiz?” efkârı batmış Güneş’e nispet yaparcasına.
Ortak düşünceyi Ay’a doğru bakıldığında havada görmemek elde değildi artık. Tarihten gelme her tür batıl alışkanlık suya gömülüyordu sessiz ve usulca. Med-cezire bakarak, Ay üzerine kurulmuş tüm hurafeler boğulmak üzereydi, Dünya’nın yuvarlaklığı üzerine bilgi mutlakçılarının yaptığı bilgin itlafçılığına bile gelemeden. Ancak insanları muma çeviren düşünce, mehtap sorunu idi. Hani artık, sevgiliye sarılıp neye bakılıp, neyin hülyası kurulacaktı? Ay ve mehtaplı şarkılar artık, anlamsız mı kalacaktı? Kısaca sevgiye vurulmuş en keskin prangaydı o sessizleşmiş akşam. Tercüme eden, astronotun sözleri için; “benim için küçük ama, insanlık için büyük bir adım” söylemi ise bir ikileme sürüklüyordu; alışkanlıkları, duyguları.
“Ay’a aslında hiç gidilmedi” yi besleyen hayli iddialar günümüze kadar gelmiş ise de, gidilip gidilmemesinin önemsizliğinde o gün, insanlar çok farklı bir aydınlanma yaşadılar da denebilir. O günler için bilim mi, duygu mu ikilemiymiş gibi gözükse de gerçekte, yüzyılların birikimiyle abartılan sarkıtların yerinden asılmaksızın kopması, düşmesiydi. Ya da Aklı hep öncelikli kılmanın gerekliliği.
Şimdileri bu olayın bendeki etkisinin gücü, ergenliğini yaşayan taze bir gencin; henüz yeni yeni oluşmaya başlamış cinsiyet, aşk, sevgi kavramlarını ayrıştırarak kendime tam kuleler inşa ettiğim ana denk gelmesinden olsa gerek. Hani kıyıda kumdan kaleler yaparsın da, tam ne güzel oldu derken birisi, ayağıyla umursamazca basıp geçer ya… sen de ona bir bakarsın ya… içinden neler yapmak gelse de, o an hiçbir şey demek içinden bile gelmez ya… işte öyle bir şey.
Ardından programına başlayan orkestra, bütün gece ay ve mehtap üzerine şarkılar da çalsa, Mehtap çoktan ölmüştü ve insanlar onun taziyesindeydi, kendilerini deme vurarak, dem tutarak.
Sevgilerimle... ahb
not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.
Haziran geldi çattı. Baharda hazanı yaşamak... Sanırım bundandır, "Haziranda ölme"nin zorluğu
... «uyarına gelirse tepemde bir de çınar» demişti on yıl önce demek ki on yıl sonra demek ki sabah sabah demek ki «manda gönü» demek ki «şile bezi» demek ki «yeşil biber» bir de memet'in yüzü bir de güzel istanbul bir de «saman sarısı» bir de özlem kırmızısı demek ki göçtü usta kaldı yürek sızısı geride kalanlara
nerdeyim ben nerdeyim? kimsiniz siz kimsiniz?
yıllar var ki ter içinde taşıdım ben bu yükü bıraktım acının alkışlarına 3 haziran '63'ü bir kırmızı gül dalı şimdi uzakta bir kırmızı gül dalı iğilmiş üzerine yatıyor oralarda bir eski gömütlükte yatıyor usta bir kırmızı gül dalı iğilmiş üzerine okşar yanan alnını bir kırmızı gül dalı nâzım ustanın
gece leylâk ve tomurcuk kokuyor bir basın işçisiyim elim yüzüm üstümbaşım gazete geçsem de gölgesinden tankların tomsonların şuramda bir çalıkuşu ötüyor uy anam anam haziranda ölmek zor!
Hasan Hüseyin
Sevgilerimle... ahb
not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.
Hani; Mayıs’ın maviliğe estiği, koyu bir karanlığın gecesine
düştüğü günlerden biriydi, yıldız ve ay o gece pırıl pırıl parlasa da dibini
aydınlatamadığı, kör koğuşlara süzülemediği, nefes almanın da vermenin de
zorluğunda, birisi bir cigara yaktı dumanını havaya üflerken gördüklerinin
keyfini çatarcasına. Diğeri; kalem kırılırken avcunun içini de morarttığından
ellerini ovuşturmakla meşguldü. Bir başkası, tarihi bir köşkte somya yayıyla,
çevirmeli telefonla, su borularıyla, gazoz şişeleriyle ABD yardımı “know-how”ların kılavuzluğunda kendi özgün tasarım arayışları için “workshop” yapmayı
sürdürüyordu. Birileri de; sessizlik içerisinde sergilenenleri dehşet içinde
seyredenlere “iyi polis”i “kötü polis”i oynuyordu. Basit bir dille; “Ortada var
bir vatan, içinde var bir düşünen; biri tutmuş, biri kesmiş, biri pişirmiş,
biri yemiş, biri de ABD'den gelip hani bana, hani bana demiş”ten öteye gitmediği
o ağır günlerde.
Dedim ya; belki de sıradan insanlar, düşlerinde birbirlerinden
farklı rüyalara çoktan bürünmüş, karanlık izbe köşelerde her tür pazarlık tüm
kızışmışlığını olanca hızıyla sürdürmekte, terfi/tayin/ihale için beller
istendiği yönde eğilmekte, senaryolarda kullanılacak yasal ve yasadışı silahlar
ayrı ayrı tezgah altlarında hızla el değiştirmekte, barolar mahkemelerde,
gazeteciler kapatılan gazetelerinde, yazarlar kitaplarında, öğretmenler
okullarında, öğrenciler yurtlarında, analar cezaevlerinin koğuş, babalar
emniyet saraylarının 5. katlarındaki pencerelerinin altındaki haykırışlarının
sessizliği çökmüştü şafağı atamayan sabahına.
Söylentiye göre; 10 yıl öncesi, memleketi donuna kadar
pazarlayıp ABD'nin zavallı bir marabası olmasına katkı verenlere karşılık bir
misilleme olduğu ileri sürülür. Kısaca, ABD eteği öpenlerle, tepenlerinin bir kez daha karşı
karşıya gelişiydi. Üzerinden geçen yıllar yürütücülere, yargıcılara,
sorguculara olan katkısı tartışmasız oldu; ülkenin doğasına aykırı gelse de
dokunulmazlıkları, malvarlıkları, arkalıkları, arpalıkları, yağdanlıkları her ne hikmetse
“nacar” saat kadar tıkırında işleyegeldi. Müsebbiblerin çoğu göçse de, bırakılan
bataklık mirasında artık daha dolgun, daha semiz larvaların baş göstermelerine
şaşırmamak gerek.
Kısaca; günümüz emperyalizminin ağababası ABD'ye ne kadar
zorda kalınsa da bir türlü “hayır” demeyi beceremeyen solcularla, İsrail ile
tarihinin en dostane ticari ve ticani ilişkisine giren ılımlı islamcılarla,
kendi aralarında her tür sapkınlığı yaşayan şeriatçılarla birlikte geçiriyoruz
günlerimizi. Bir yanda; ABD'nin desteği ile Sosyalist bir ülke kurulabileceğinin
cehaletinde hayalini gerçekleştirmeye kalkışan toprakağaları, şıhlar ve onların
marabaları. Diğer yanda; itirazsız köleleştiğinin bilincinde ABD'yi bir islam
ülkesi olduğunu öne sürmenin yarattığı çelişkiye bile aldırmayanlar,
algılayamayanlar. Bir de; her ne pahasına olursa olsun ABD ve her tür
sömürgeciliğin karşısında duranlar.
Ha, o yıllarda Sam Amca ya “ılım”ı ya da “islam”ı aklına
getirmemişti henüz. O daha sonraki yıllara denk gelir, en gevrek sömürmenin hamurunun
“İslamın ılımlısı” olduğu, hatta ılımsızını bile kendi elleriyle yetiştirir,
ellerinin içinde kaybediverir, “Şeytan götürmüştür herhalde” niyetine arar
durur ıssız çöllerde.
Tüm bu sözü edilenlere boğulmuş gecenin bir vaktinde,
ceplerinde filtresiz bir paket cigaraya yetecek servet taşıyan, yüreğiyle
savaşıp aklıyla düşünen, okumaktan gocunmayıp söylemekten korkmayan, diri,
körpe, bahar çocuklarının ümüklerine çöktüler karanlığın en koyusunda, en
kuytusunda. Boğazlatanlar, sırtlarındaki Sam Amca’nın güvencesinde arenadaki
gladyatörün arslanların ortasında parçalanması, bilgili bir cesareti ilkel bir
cehaletin çullanarak linç etmesini, ardından geleceklere gözdağı vermek uğruna
silahların soğuk gölgesinde keyifle seyrederlerken; hiç utanmadılar, hiç
korkmadılar, hiç çekinmediler, hiç geri adım atmadılar tıpkı, iplerin
ilmiklerinde savunmasız, korunmasız asılanların sıcak ve kırmızı cesaretlerinde.
İlerleyen yıllarda, kültürsüzlük boşluklarında rahatça yuvalanabilen
akımlarından kedi boğazlayan Satanistler kadar bile tepki görmedi, Sadist
duyguları bilenmiş o günlerin bu Faşistleri. Öyle ki; kimileri bir cigara bile
tellendirdi, kırılan boyun kemiklerinin sesleri, çırpınan genç bedenler,
hırıltılar, katledilmelerine neden olabilecek bir suç da bulunamamış bu cesur
yürekler karşısında. Sonraki yıllarda, sadık uşak, taşeronların daha uzun
soluklu hizmet etmelerini sağlamak amacıyla mıdır bilinmez, tütüne yasak kondu.
Günümüzde süren davaların ömrünün, bir insan ömrünü aşacağı iddia edilmekte
olduğuna bakıldığında, inandırıcı gelmiyor da değil hani!
Bu yazıya müstehzi bakışlarla bakanların dışındakiler için; ABD
ve Emperyalizmi lanetleyen bir cümleyi, kulaklarınızın duyacağı yükseklikte
kendi sesinizle seslendirin, üzerinizde parka, ayaklarınızda postal, boynunuzda
ip olmasa da tıpkı, Deniz, Yusuf, Hüseyin’in son sözlerinde katliamdan mesul
Elverdi’lerin suratlarına tükürürcesine haykırdıkları gibi;
“KAHROLSUN AMERİKAN
EMPERYALİZMİ, YAŞASIN TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE”
Sevgilerimle... ahb
6.5.2010 (tarih eski gözükse de, yazı paylaşılmadığı için yeni denebilir)
not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.
Rutkay Aziz: “Dilden dile dolaşan ve nakaratı ile miting meydanlarını coşturmayı başaran ünlü 1 Mayıs marşı, özellikle 1970′li yılları yaşamayan kuşaklarca, yabancı bir marştan uyarlama olarak biliniyor. Oysa 1 Mayıs marşı, sözüyle bestesiyle bir Türkiyeli sanatçıya, Sarper Özsan’a ait." Özsan bir tiyatro oyunu için hazırladığı marşın hiç hesapta yokken nasıl bir eylem marşı haline geldiğini İşçi Filmleri Festivali’nde şöyle anlatıyor: “1974′te Rutkay Aziz’in Genel Sanat Yönetmeni olduğu Ankara Sanat Tiyatrosu, Maksim Gorki’nin ‘Ana’ romanından Bertolt Brecht tarafından aynı adla uyarlanan tiyatro oyununu sahneye koyacaktı. Oyunun müziklerini benim yapmam istendi. Memnuniyetle kabul ettim. Oyunda birçok yerde müzik vardı ve bunların sözleri Brecht tarafından yazılmıştı.
Ancak sadece bir sahne, 1 Mayıs 1905 (Rusya’daki kanlı pazar) sahnesi, için hiç söz yazılmamıştı. O sahneyle ilgili Brecht şu notu düşmüştü: ‘İşçiler marş söyleyerek sahneye girerler’. Bu sahne için bir marş kullanmak gerekiyordu.
Bir marş yazma ihtiyacı hissettim hem sözlerini hem bestesini hazırladım ve böylece 1 Mayıs marşı ortaya çıktı. Tabii o zaman oyun müziği olarak yazdığım bu marşın sonradan oyun sınırlarını aşarak mitinglere, devrimci gecelere çıkacağı aklımdan dahi geçmiyordu. Ankara Sanat Tiyatrosu (AST) oyunu devrimci bir ruhla sahneledi. Ve bundan sonra da marş, oyunun sınırlarını aştı. Birkaç yıl içinde tüm gruplarca sevilen bir marş haline geldi. Sanırım 1976′da da artık büyük meydanlarda söylenen bir marşa dönüşmüştü.” Bu marş, 1977 1 Mayıs’ında Ruhi Su Dostlar korosu tarafından büyük coşkuyla söylendi. Cem Karaca bundan etkilenerek Dervişan grubuyla ’1 Mayıs’ plağı çıkardı. Plak büyük ilgi gördü. Türk Pop müziği uzmanı Murat Meriç’in bir araştırmasından aktaracak olursak Hey dergisi Ocak 1978′de plağı, “Sözlerdeki anlam, müzikteki ahenkle yıllarca dillerden düşmeyecek bir yapıt” diye tanıttı. Marşın 1980′den sonra en çok bilinen yorumu ise Grup Yorum’a aitti.
1 Mayıs Marşı ilk defa Ankara Sanat Tiyatrosu’nun 1974-1975 sezonunda Maksim Gorki'nin “Ana” isimli romanından Bertolt Brecht'in oyunlaştırdığı Rutkay Aziz’in yönetmenliğinde sahnelenmiştir. Böylece Ankara Sanat Tiyatrosu (AST) çalışanları, seyircisine ve Türkiye'ye yeni bir marş kazandırmıştır. Söz ve müziği Sarper Özsan’a ait olan marş, Cem Karaca ve Dervişan tarafından seslendirilmiştir. “1 Mayıs’ta geçen ‘Ana’ oyunu için Sarper Özsan arkadaşımızla birlikte bir müzik yapmıştık ve o müzik yıllardır söylenen bir marşa dönüştü ve 1 Mayıs’larda halk, emekçiler ve işçi sınıfı tarafından alanlarda söylenmeye başlandı. Tiyatro sahnesinin müziği emekçilere, halka ve işçi sınıfına marş olarak kalmıştır.”
Sarper Özsan’ın Yaşam
Öyküsü
1944′te Bandırma’da doğan sanatçı, Ankara Devlet Konservatuvarı Kompozisyon
Bölümü’nde okudu. Necil Kazım Akses’in sınıfında armoni, füg, kontrpuan,
kompozisyon çalıştı. Ayrıca besteci Kemal İlerici’den Türk Müziği ve Armonisi
dersleri aldı. 1967′de TRT’nin görevlisi olarak Halk Müziği derleme
çalışmalarında bulundu. 1969′da Kompozisyon Yüksek Devreden mezun oldu. 1970′te
TRT Kurumu’na girdi. 1971′de siyasal nedenlerle tutuklandı. 1973′te cezaevinden
çıktıktan sonra İstanbul Devlet Konservatuvarı öğretim üyeliğine atandı.
1982′de alındı ama 1990′da tekrar eski görevine döndü. Öğrencilik yıllarından
bu yana çeşitli enstrümantal müzikler, çocuk müzikleri, koro şarkıları,
multivision ve şenlik müzikleri dışında pek çok tiyatro, televizyon dizi ve
filmleri ile film müziği besteledi. 1983′te Ulusal Gitar Müziği Beste
Yarışması’nda birinci oldu. 2. Ankara Film Şenliği’nde “Av Zamanı “filmi için
yaptığı müzik ile en iyi müzik ödülünü aldı.
1 Mayıs Marşı
Günlerin bugün getirdiği baskı zulüm ve kandır Ancak bu böyle gitmez sömürü devam etmez Yepyeni bir hayat gelir bizde ve her yerde 1 Mayıs 1 Mayıs işçinin emekçinin bayramı Devrimin şanlı yolunda ilerleyen halkların bayramı
Yepyeni bir güneş doğar dağların doruklarından Mutlu bir hayat filizlenir kavganın ufuklarından Yurdumun mutlu günleri mutlak gelen gündedir 1 Mayıs 1 Mayıs işçinin emekçinin bayramı Devrimin şanlı yolunda ilerleyen halkların bayramı
Vermeyin insana izin kanması ve susması için Hakkını alması için kitleyi bilinçlendirin Bizlerin ellerindedir gelen ışıklı günler 1 Mayıs 1 Mayıs işçinin emekçinin bayramı Devrimin şanlı yolunda ilerleyen halkların bayramı
Ulusların gürleyen sesi yeri göğü sarsıyor Halkların nasırlı yumruğu balyoz gibi patlıyor Devrimin şanlı dalgası dünyamızı kaplıyor Gün gelir gün gelir zorbalar kalmaz gider Devrimin şanlı yolunda bir kağıt gibi erir gider.
Sevgilerimle... ahb
not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.
Çünkü Satenik'in bir şarkısı şu perdeye sinmiştir...
benim bir tiradım şu pervaza asılmıştır...
Hıranuş'la Virginia'nın bir
diyaloğu eski kostümlerden birinin yırtığına sığınmıştır... İşte o hatıralar bu sessizlikte saklandıkları yerden çıkar bir fısıltı halinde yine sahneye dökülürler...
Artık kendimiz yoğuz... Seyircilerimiz de kalmadı...
Ama repliklerimiz
sabaha kadar fısıldaşır dururlar sahne üzerinde...
Gün ağarır...
temizleyiciler gelir...
Replikler yerlerine kaçışırlar...
Perdeeeeeee...
Tomas Fasulyeciyan
not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.
Konusu; Mexico City'nin gecekondu mahallelerinden birinde erişkin dört çocuğu ile yaşayan dul Jesus Sanchez'in, güç ekonomik koşullar altında verdiği hayat mücadelesi
konu edilmekte. Amerikalı antropolog Oscar Lewis'in 1961 yılında yayımladığı roman, 1978 yılında Cesare Zavattini ve yönetmen Hall Bartlett tarafından senaryolaştırılarak film olarak çekildi. Başlıca rollerini Anthony Quinn, Dolores del Rio, Katy Jurado ve Lupita Ferrer'in paylaştığı filmin müziklerini yapan Chuck Mangione de, bu parçasıyla Grammy Ödülüne layık görülmüştü.
SANCHES'İN ÇOCUKLARI
Hayalleri ve umutları olmadan bir insan, ölür.
Bedeni hareket etse de, yüreği mezarda yatar.
Toprağı olmayan insan, hayal kuramaz çünkü değildir özgür.
Her insanın doğrulukla yaşayacağı bir yere ihtiyacı olur.
Alın kırıntıları kıtlık çeken askerlerden, Ölmezler.
Tanrı demiş ki; yalnız ekmekle hayatta kalmaz insan.
Alın yiyeceklerini aç çocuklardan, Ağlamazlar.
Yetersizdir yalnızca yiyecekle açlığını gidermek, gözlerin.
Her çocuk, ferdidir insanlık ailesinin.
Meyvesidir, çocuklar insanlığın.
İzin verin, sevgisini hissetsinler tüm insan ırkının.
O kucaklayışın sıcaklığı ve gücüyle onlara dokunun.
Bana sevgi ve anlayış verin ben ilerlerim.
Hayallerim gerçekleşir, büyüdükçe çocuklarım.
Tanrı sizi kutsayacak, çocukların ağlamalarını duyanlar.
Ben Sanchez'in çocuklarını hep duyacağım.
Çeviri: Ekin Özbek
Sevgilerimle... ahb
not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.
"Düşünceler,
insanların dillerine vurur.
Bundandır, ben de her sabah
Güneş doğmadan;
akşamdan kalma bu çarpışmalardan
yerlere saçılmış kelimeleri toplarım.
İşte yazdıklarımın tümü bu..."
VITRIOL
-
VITRIOL: Visita Interiora Terræ Rectificando Invenies Occultum Lapidem
Dünyanın derinliklerini (içini) ziyaret et, damıtırken (arıtırken) gizli
taşı (fel...