29 Aralık 2009 Salı

Eski bir gazete; 25 Ocak 1970

2009 ilkbaharında Hürriyet Ankara'dan duyurulan "Genç Nota Liselerarası Müzik Yarışması"nı Sevgili Yaşar Sökmensüer bizlere duyurduktan sonra, kendi dönemime dair bir "Müzik Yarışması"ndan konu açılınca neler akla getirildiğine, bana çağrıştırdığı anıları da ekleyerek bir yazı yazmıştım. Usta, bugün 2010 için aynı duyguları köşesinden yayınladığında, hazırlıksızlığıma suçüstü yakalanmanın kaygısından bir parça sıyrılabilmek amacıyla o tarihte "Final"e bir kaç gün kala yazdığım o yazıyı yeniden tedavüle arz ediyorum.
Yarası henüz kabuklanmamış bir yarışma koşturmacasının üzerinden yağmur iki kere bile yağmamışken, ustanın satırlarında ne diyerek ne demek istediğinin bilincini, atladıklarımı da yerden eğilip toplayarak, yazılmış hatta okunmuş bir yazıyı yeniden okunması için sunmamdaki zaruret hafifletici bir gerekçe olarak görülebilir.  
O haftanın 2 numarasındaki şarkı

30 nisan 2009 tarihli yazısında Hürriyet-Ankara yazarı Sevgili Yaşar Sökmensüer, sabahın köründe bir kör kurşunla kapandığını sandığım kabuk bağlamış yaramı kanattığında bir karşı yazıyla uyardım: “Söz, söz sana, bir zamanların Milliyet gazetesinin düzenlediği Liseler arası Hafif Batı Müziği Yarışması günlerini yazmazsam ne olayım” diye. O da: “Yaz da görelim” demesin mi ? “El mi yaman bey mi” niyetiyle “ya Settar” diyerek, refikamın uykudaki mahmur saatlerinde elbise dolabını iç dış etmem bir oldu. Diplere itilmiş okul çantalarının birinin içinde bulduğum altın kıymetindeki iki sayfalık 25 Ocak 1970 tarihli Milliyet gazetesinin, Bedri Koraman'lı, Burhan Felek'li haftasonu ekiyle tam boyuma öndelik sağlayan sandalyeden düşmeden inmenin yolunu arıyordum ki, bağrıma bastığım gazeteyle birlikte uygunsuz bir biçimde suçüstü yakalandım.

“O ne ?”
“Hiiiç !”
“Neymiş o hiç ?”
“Hımm, gazete...”
“Eski gazete, pehh... evimiz sanki 400 metre kare, beyim de günü geçmiş gazetelerine yer arıyor. Tabii sığamayız şekerim, tabii ki...”
“Resmim çıkmış bir gazete...”
“Ne olarak ?”
“Liseler arası müzik yarışması...”
“Sahneye çıktığını hiç söylememiştin bu güne kadar.”
“Sahnede değil... tribünde...”
“Geçelim bu faslı... iyisi mi, sen ortalığı fazla dağıtmamaya bak. Benim de eski gücüm yok, arkandan döküntülerini toplayacak hele hele, hiç halim yok...”

Gerçekte böyle olmasa da ana fikrin bu mealde dolaştığı emekli muhabbetinin sonunda, yıllar öncesini ellerimin arasına sıkıştırmıştım bir kere. Sıra gelmişti resmin altına yazacaklarıma. İlk yediğim şamar; dün gibi duran günlerin aslında dünden haylice uzak olduklarını, belleğimin murat 124 ün Kargasekmez’i çıkarken zorlanan egzosunun sesine öykünürcesine, “Iıııı” diyerek düşünmemden anladım.

Iıııı”... Ne kadar da unuttuğum isim, mekan, tarih varmış meğer, beyin loblarımın kırışıklıklarının arasına sıkışıp kalan. Ara sıra rüşvet de versem benden daha inatçı çıktı çoğu zaman. Bu nedenle; rastgelinecek tüm yanlışlıklar, buruşuk beynimin bana vermemekte direnmesinden öte değildir, bilesiniz.

Önce; resimdeki ön sırada oturan gözlüklünün yanında “hopss n’oluyor hemşerim” diye başını yan çevirmişin ben olduğumu belirteyim, diğer yanımdaki gözlüksüz de sevgili çocuk böbrek sakatatçısı sevgili biladerim.

O yıllarda bu yarışma haylice önemliydi, öyle ki; beni ilk o konserlere erinmeden arkadaşlarının arasına katıp götüren sevgili biladerim, kendisi tababet okuyan bir üniversite öğrencisiydi. Yani; üniversite ya da mezunlarının rağbet ettiği bir etkinlikti. Oraya bağırıp çağırmaya gelenler, okul eteğini belinde toplayıp, kemerine sıkıştırarak mini etek yapan ya da güldüğünde gıcırtısını alsın diye boşuna kapılara yağ damlatılan, ergenliğe ayak basmış bluğ gençler yerine, birincinin liyakatini ön sırada tutan, dürüstçe “bizim lise döküldü” demekten gocunmayan, böğürmekten çok dinlemekten haz alan masal kahramanlarıydı, trıbünleri hınca hınç dolduranlar. Kısaca; “çarşı” delikanlılığı yerini Anayasa Mahkemesince gözü açılmış da olsa bizce gözü bağlı Themis’e olan sadakatle vicdanlarında dem tutturanlardı. Katılan liselerin sayısı oldukça fazla olması, her liseyi üstün körü geçiştirmemek için ön elemeler yapılır ve final gecesi foto finişteki burun farkları konuşulurdu. Her lise üç parçayla yarışırdı; birincisi güncel, bilinen yerli ya da yabancı bir şarkı, ikincisi bir düzenleme (genelde anadolu ezgilerinden), üçüncüsü ise o grubun bir bestesi olurdu. O yıllarda sahne kostüm ilişkisi Zeki Müren ile birlikte yeni keşfedildiği için, genelde şaşkınlık verecek çarpıcı giysiler topluluğun en büyük gizli silahıydı. Yanlış hatırlamıyorsam, bir yıl Tarsus Amerikan Koleji kefenle çıkmıştı sahneye ve söyledikleri şarkılar da aynı renkteydi, şimdi “adı neydi?” diye hatırlayamasam da. Atatürk Spor Salonu’nun tribünlerinin betonlarının griliğinin gözükmemesine inat parke salonda, ince uzun bir masadaki jüri üyelerinden başka kimse bulunmazdı, dolanmazdı.

Sonraki yıllarda müzik hakkında çok şey öğrenip de genç yaşta yitirdiğim, Rahmetle andığım çocukluk arkadaşım Erkut ONUR’un, İstanbul’un nadide Harley Davidson’cusu Taner ÇELİK’in de içinde yer aldığı Ankara Koleji Orkestrası’nın, babamın kurmalı 8 mm lik kamerasından 4,5 dakikalık filmlerini çekmek de bana düşmüştü o yıl. Sahne altında bir Milliyet gazetesinin fotografçısı, bir de ben. Polislerden salona giriş için izin isterken bile, basın kartı olmaksızın inandırmamın, bir lisenin repertuarını tamamlamasıyla aynı sürede gerçekleşmişti. Bunu tahmin ettiğimden, sıradaki iki lise öncesi başlamıştım pazarlığa. Koskoca salonda; sahne ve sahnedekiler, ses teknisyenleri, jüri masası ve jüri üyeleri, fotografçı ve BEN. O yaştaki sükseyi ne kadar anlatsam bir daha yaşayabileceğimi sanmam. İki dizimin üzerinde, 1,5 m yüksekliğindeki sahneyi alttan çekiyorum. Çekim bitip de yerime döndüğümde en az müzisyenler kadar popüler olmuştum. Yanlız; o gün canlı canlı yaşanan bu güzelliğin, grup üyelerinden ancak bazılarının bildiği bir acı gerçeğe dönüşmesine üzülmemek elde değil. Kullandığım kameranın vizörü, objektif içine gömülü olmadığından, objektif kapağının kapalı olduğunu 3.dakikada şans eseri anlamıştım. Geriye ise 1,5 dakikalık bir çekimdi anılara kalan.

Bu araya bir not... bence bir tarih düşmeliyim. O dönemlerde 8 mm filmlerin banyosu, film ambalajının içinden katlanmış olarak çıkan sarı-turuncu bir zarf içine konur, gideceği adres üzerinde hazır olduğundan, yalnızca dönüş adresi yazılıp postalanırdı. Yaklaşık 3-4 hafta sonra postacının elinden alınırdı. İşte bu nedenle küçük makaranın dönüşü haylice hazin olmuştu. Zira; böyle bir kamerası olanların evinde bir de bunun oynatıcısı olurdu. Soba sıcaklığında ısı veren lambalarını soğutmak için, rotatif gürültüsünde çalışan soğutucuları eşliğinde, oynatılacak filmden daha uzun sürede hazırlık yapılan adeta kulplu bir çantaydı. İleri geri oynatılır, gelişkinliğine göre hızlandırılır ya da yavaşlatılır ya da görüntü dondurulurdu. Bu makine sayesinde öyle çok Lorel Hardy, Şarlo, Miki Mause filmleri seyretmiştik ki; daha sonraları siyah beyaz televizyonlarda oynatılmaya başlatıldığında, görmediğimiz hiçbir bölümünün kalmamış olduğuna hayret ederek şahit olmuştuk. Genelde Cumartesi akşamları, paralar katıştırılır, İzmir Caddesinin AST’a dönmeden bir evvelki köşesindeki REFO'dan film kiralanırdı. Aynı zamanda film ve fotograf üzerine de tüm ürünleri satar, tamirini yapardı. Daha sonraları siyah beyaz agrandizman ile uğraşımızda bize haylice kılavuzluk etmişti. Kısaca çocukluğumuzun harçlık bankası olmuştu. Ve bütün bunları; çocukluğumdan evliliğime kadar bana yoldaşlık yapmış Serdar Bilgin sayesinde olması ya da kanıma bulaştırmasından ötürü kendisine şükran borcum olduğunu söylemeden geçmek haksızlık olur sanırım. Sonraki yıllarda, projektörün ışığından objektifin neler gördüğünü anlatmanın şu an ne yeri ne zamanıdır diye düşünüyorum. Dönersem yurtdışı pulu yapışmış sarı kesekağıdındaki film makarasına, siyahlığı seyretmek, kendi kendime çok küfür etmeme neden olmuştu. Tek tesellimiz ise, sonundaki 1,5 dakikalık görüntüyü en yavaş konumda oynatarak aynı sürece erişmenin enayiliğiyle avunmamızdı.

O yıllar için kendimi kameradan daha şanslı görmemin nedeni, objektifin kapağı gibi bu olaydan sonra gözlerimi kapalı unutmayışımdır. Ve yerim müsait olmadığı için o gazetinin sayfasında yer alıp da sizin göremediklerinizi yazıyorum, sırf bilgi olsun diye.

Bir satır;
Arkadaşımız Mehmet Ali Birand’ın sunduğu ve tatlı esprileri ile süslediği Samsun elemelerini Samsun Kapalı Spor Salonu’nda tam 2000 kişi izledi...”

Diğer bir satır; Samsun elemelerine katılan Çorum Lisesi’nin parçaları:
1.Walk out (enstrumantal) 2. A whiter shade of pale 3.Gül tarlası (düzenleme)”

Bir diğer satır:
İki devre arasında Samsun’lu müzikseverler Türk halk türkülerini modernize eden Ankaralı grup Modern Folk Üçlüsü’nü bağırlarına bastı...”

Ankara jürisi:
Şerif Yüzbaşıoğlu (orkestra şefi), Bülent Varol (TV eğlence yayınları şefi), Uğur Başar (Müzisyen), Salim Ağırbaş (Müzisyen), Şenay (Şantöz), Orhan Sağcı (Disk-Jokey), Erol Büyükburç (Şantör), Atilla Özdemiroğlu (Müzisyen), Erol Pekcan (Orkestra şefi), Selçuk Başar (müzisyen), Doğan Şener (Milliyet gazetesi müzik yazarı)

Garip bir satır:
Ankara Koleji
“Çaldıkları parçalar: (Parçaların adlarını jüriye vermekten ve halka açıklamaktan kaçınmışlardır.)”

Görünene göre Ankara’da 9, Samsun’da 7 lise, Bursa’da 9 lise, İstanbul’da 17+16=33 lise yarışmış.

En son satırda bir not var:
(Adana, İzmir, Bursa yarışmasının fotografları ve tafsilatı haftaya)

Ben de aynı sayfada yer alan haftanın ilk yirmi şarkısı, oyları, en sevilen yerli yabancı şarkıcı, yerli yabancı topluluklarını, dikkat çeken melodileri, yeni çıkanları bir başka yazıma bırakıyorum.
Yazının ilk satırlarına dönüp diyorum ki; Sökmensüer’in bir kaç gündür bahsettiği “gençleri dinlemeye gitmek” onlara destek olmak anlamından çok, onların bizi destekleyerek; yaşımızı 20 lik yapmaya, aklaşan kıllarımızı karartmaya, çatılmış kaşlarımızın arasındaki paralel kırışıklığı botokssuz yok etmeye yetecek gözükmekte. Hımbıllığımızı yüzümüze vurduğu için Yaşar Sökmensüer’e teşekkür etmeyip de ne etmeli...

Sevgilerimle...

ahb

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

1 yorum:

  1. seni çok özlediğimi hatırladım, bir kez daha...
    enkısa zamanda kucaklaşmak ümidiyle.
    korkut ersoy

    YanıtlaSil