21 Şubat 2010 Pazar

Fikretmek mi, Zikretmek mi ?


Hep bir zamanlardı diye başlar, pişmanlık duygularının bedeni sardığı günlerde anılara sığınış. Sınır ötesi şehir efsanelerinin kulaktan kulağa dolandığı günlerde; “Amerika’da çocuğun biri 50 katlı binaya tırmanırken düşmüş. Annesi de binayı yapanlara tazminat davası açmış, Bu kadar yüksek yaparak çocuğumu tahrik etti " öyküleri herkesce bilinirdi. O diyarlar, bu diyarlara çok uzak düştüklerinden gülmek düşerdi, güncel deyimle bu “geyik muhabbet”lerine. Şimdi dönüp bakıldığında makul gelmiyor da değil hani ! Birileri mabadımızı ellemek için yüzümüze, biz inanmasak da “Küçük Amerika” diyerek gönlümüzü alırdı. Ama artık şehirlerimiz New York’u, San Fransisco’yu aratmaz olmuş. Al Capone’larımız da var, Mc Carthy’lerimiz de. Neyimiz eksik kaldığı söylenir olmuş, Amerika’nın Büyüklüğünün büyüsüne kendini kaptırarak. Düşünce denirse özgür, kaç metre becermek istersen o kadar ıkın, üretiminde. Ama değil düşünmek, eşinle dostunla bile konuştukların; “iktidarı düşürme”k amacıyla darbe yapma girişimi suçuyla düşüncesizlik bataklığının dibine gözü kapalı sürüklenmiş.
Geçen gün; Başkent’in göbeği Kızılay’daki metroda, Süleyman’ın meşhur “Sana” kuyruklarını aratmayan doğalgaz alma girişimim sırasında, önüme 73 kişi almış bekliyorum. Tam arkamda, sıraya girenler arasındaki konuşmalara kulak veriyorum, bir yandan vakit geçer diye. Erkek seslerinin bir tanesi, adeta prostatı tutmuş ergin erkek sabırsızlığında, çevresine duyura duyura
“Hele ben gidip de Mescitte bir namaz kılıp geleyim. Sıradayım. Yanlış anlaşılmasın” diyerek gitti. Sırabaşından gaz alanların sayısı daha yeni beş olmuştu ki; “Hah, geldim işte” derken, önümdeki 68 kişinin gaz almasını sabırla bekliyordum. Arkamdaki muhabbetin helmelenmeye başladığı, bozuk şiveli sıradaşların birbirinin ağzından kelimeleri çalmasından anlaşılıyordu. Dönüp bakmadığımdan ne yaşları ne üstleri ne de başları konusu, belirsizliğini soğukkanlılıkla koruyordu. Böyle anlarda; ilginç gelişmelerin oluşmasından sonra gizemi kaçmasın, sıraboyu biriktirdiklerimle zihnimde yarattığımın ne kadar örtüştüğünü doğrulayabilmek adına, özellikle başımı çevirip yüzlere bakmayı en sona saklarım. Uzatmadan; mescitcinin 3 kız babası, diğerinin bekar olduğu beş abonenin daha gaza kavuşma süresinde anlaşılmıştı. Bekar olan sözü döndürüp, dolandırıp mescitcinin ailesi ve kızlarına getiriyordu. Babayı görmeden Abidin Dino ustalığında olmasa da aklımda kostümsüz çizebildiğim "memleketimden insan manzaraları" kılıklı imge, ailesi için de aynen şekillenmeye başlıyordu. Ancak cümlelerde seken bir yan vardı. Bekar, ne kadar “adamın kızı olması nasıl bi şi ?” dese de, bizimki sözü; “Neden gaz satışı, bu tek bankanın tekelinde ?...” diyerek kuyruğun müsebbibinin banka olduğuna getiriyor, %82 zam görmüş doğalgaz birim fiyatının artışını, içinde deliler gibi sakladığı isimleri zikretmemek uğruna Erbakan kıvraklığında kendince ört bas etmeye çabalıyor, konuyu “uysa da uymasa da...” muhabbetinde camiye, Kuran’a, Peygamber’e, hatta Halife’ye denk düşürmenin cambazlığını yaşıyor, 5 metre çapındaki menzilindekilere de yaşatmaya çabalıyordu. Yine banka dekontu elinde beş kişiyi sayana kadar, ailesinin Suriye’de yerleşik olduğu anlaşılıyordu, her ne kadar burada yaşamaktan duyduğu memnuniyetsizliğini dişlerini sıkarak şikayet etse de. Hatta yeri geldi, bekar olan “E, o zaman niye Türkiye'ye yerleştin ki ?” deyiverdi. Kemlerinin, kümlerde boğulmasını fırsat bilerek sözü sündürdü;
“En çok hangi kızını seversin... yani sevgileri arasında bir fark olur mu ?” dediğinde, lafın belinin o an kırılacağını bilmiş olsaydım sanırım daha hazırlıklı olabilirdim.
“aralarında, bir tanesi var... ben onu severim...”
“Yani, en çok onu mu?”
“ben onu severim...”
“Diğerlerini sevmez misin ?”
“ben onu severim..."
“Niye, diğerlerinden farklı mı ki, o ?”
Uzun bir soluk alarak; “Diğerleri... normal insanlar gibi...”
“Saygı mı göstermiyorlar ?”
“Yohhh, bizde hiç kimse saygıda kusur etmez. Ama diğerleriyle konuşmak bile canım çekmez... aha yanımızdan geçen bu adamlara sen ne hissediyorsan, öyle işte”
“O zaman sevdiğin kızın sana düşkün ?”
“Haa.. belki... ama ben ona başka gözle bakıyorum...” dediğinde ben dahil bekarın donduğunu aramızda boşluk olmasına karşın hissedebildim. İçimden “Hadi hadi, hemen kötüye yorma. Devleti yönetenler bile neler diyor da ben öyle demek istememiştim diye pişkinlikle geri adım atmakta bir sakınca görmüyorlar. Bu da öyle...” diyor ve dua ediyorum “inşalah ben yanlış anlamışımdır” diye.
“Dolgun kızdır... yani... güzeldir...” demesi bekarın azmini kırsa da bekar yılmadan atını sürüyor batıya;
“Sevgi her şeydir, değil mi ? “ dediğinde büyük felaketin geleceğini kestiremiyor.
“Taaam tersine, sevgi diye bir şey yoktur. O, birbirleriyle fingirdeşeceklerin uydurduğu, fuhuş batağına düştüklerinde kendilerini inandırdıkları bir bahanedir. Bak Taallah ne diyor; Dünya’da tek bir sevgi vardır, o da ancak Allah sevgisidir...” dediğinde bekar, bekar kalmasının müebbete dönüşeceği korkusuyla bir umut kapısı aralama derdine düşüyor,
“Tabii ki önce Allah sevgisi de... yani insanların birbirlerine duydukları sevgi yok mudur ?”
“Yoktur, yoktur. Niye duysunlar ki ? Allahın insana verdikleri karşısında, insanın insana verdiği nedir ki ? Lafı mı olur, Peh.”
Bekar, tüm kapılarının kapandığı inancıyla doğru yolu buluyor,
“Doğru...doğru... Ondan daha büyük sevgi ne ola ki ?” demesiyle mescitci kendinin Şeyh'leştiğini hissederek, gücünü kanıtlamasının zamanı geldiğini sezerek;
“Bak, şimdi olay ne biliyor musun ? Hep birlikte tiyatroya gideceksin, eve geleceksin, seyrettiklerini birbirine anlatmaktan Allah’ı anmaya zamanın kalmayacak. Bunlar akıllı, öyle tiyatrolar oynuyorlar ki; akılları çeliyorlar, şehveti körüklüyorlar, Allah’tan söz etmeyeceğin ne kadar ıvır zıvır olay varsa beyinleri aldatıyorlar. Eee, kimse Allah’tan söz etmediğinde kim sevecek Allah’ı ?, kim koruyacak İslamiyeti ? Tabii ki, oturup birbirlerini sevecekler. Hiç, Allah’a gösterilecek aşk bir insana duyulabilir mi ? Kısaca, önce bu tiyatroları kaldıracaksın ki; insanlar akşamları Allah’ı ağızlarına alıp İslamiyeti ruhlarından atmasın. Zaten biliyorsundur, tiyatro’yu kim yaratmış ? ... Kim ?”
“Kim ?”
“Kim?”
“Yahudiler !”
“Bildin... Tabi yaa, tabi yaa... Yahudi oturup düşünmüş. Demiş ki, bu müslümanlara ne yapmalı da Allah’larından kopartmalı diye. Bir tanesi de çıkmış, bu tiyatroyu bulup başımıza musallat etmiş. Yani, islamiyeti kaybetmek istemiyorsak bu tiyatro denen illeti başımızdan söküp atmalıyız. Ne zaman bir Müslüman ülkeyi kafirleştirmek isterlerse önce tiyatroyu sokarlar o ülkeye.”
Son bir umutla;
“Yani çocuklarının hepsi senin kanını taşısalar da hepsi bir arada sevilmiyor... öyle mi ?”
“Öyle... sevilmiyor...”
“Biri hariç... güzel olanı”
“evet, biri hariç... hani o da tam değil... dedim ya, o farklı benim gözümde...”
Sinirlerim, yaşımın gereği gerilmekten bitap düşürdü beni. Son beşe girildiğinde hayal meyal hatırladığım, Bekar’ın “Hocam, senden feyz alacağım daha çok şey var. Telefon numaranı lütfedersen, sana ulaşmayı çok arzu ederim...” alış verişiydi.
Bugünki haberlerde;
"Başkent Ankara’da, Ankara’nın Çankaya’sında 5 kişi bir eve omuz vurup giriyor, kocanın ağzını burnunu dağıtıp bağlıyor, kadını da sürükleyip yakındaki ormanda bir gün boyu güdülerini gideriyorlar.”
“Milas’ta, 6 yaşındaki kız çocuğuna tecavüz edilirken, çığlığına yetişen ana babası sapığın elinden kurtarıyor”
“Gazi Üniversitesi öğrencisini bıçak tehditi ile tecavüz etmeye kalkışanı, kızının çığlığına koşan baba yakalıyor. Gençkızın boğazını kesmesine de elimdeki bıçağa çarptı diye açıklık getiriyor”
Son olarak;
“İntihar eden İstihbarat Daire Başkanı, arabası kara saplandığı gerekçesiyle yaptığı iddia ediliyor.”
“SkyTürk’te Enver Aysever yaptığı programa ara veriyor. Yemin billah çok yorulmasına yorsa da ardındaki, Clint Eastwood gülüşüyle sırıtıyor.”
Sevgili Mustafa Kemal Atatürk’ün sözlerini giyemeyecek kadar kirletildik, tecavüz edildik. Utancımızdan ikrar etmediğimiz müddetçe de daha çok Subaşı’nın üzerimizden geçeceği de ufukta gözükmekte.
Haa..., arkamdakilerin zihnimdekilerle uyup uymadıklarını soruyorsanız; azınlığa düştüğüm ülkemde çoğunluk olmuş, Çinliler kadar birbirin aynı olan iki zevat olduklarından emindim ve bakmaya bile tenezzül etmedim.
Anlaşılamazlığın ortasındaki tek gerçekse; benim de onların da oylarının belirginliğiydi.
not: Yukarıdaki yaşanmışlığı yazmamış olsam, ben de inan(a)mazdım. Siz de öyle yapın ki, bu gerçek yaşanmışlığı bilen tek canlı tanık ben kalayım.

Arkamdakine inat, Sevgilerimle...

ahmet haluk başaklar

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder