11 Şubat 2010 Perşembe

Guguklu Hukuk


Bugünlerdeki kimi sorunların içinde, tarladaki köstebek kıvamında kumdan tepeler yapmanın işe yarayıp yaramayacağının gitgellerine kapılmışken, iki nefes arası aklımda dedem açıverdi açmazlarımın tam orta yerinde.

Okuma yazmayı ileriki yaşlarda kendi çabasıyla becermiş, doğru insanlarla doğru yerdeki birliktelikleri cebini değilse de gönlünün zenginliğe kavuşmasına yardımcı olmuştu. Hani; ister önden bakılsın, ister geriden, isterse yandan; hep aynı kalıplaşmış alışkanlığa dönüşmüş, öğrenim eğitim çelişkisine dayanıyordu omuzları. Hani, doğadaki tüm bitkilerin neye, nasıl iyi geldiğini bilse de, binlerce kez anlatsa da, Evren kurulalı beri otların içindeki etkin maddelerin varlığının bilgisini, köyün büyücüsü kıvamında “Ba ba ba ...”lanarak akademik kariyerini magazin seviyesizliğine düşüren biri hiç olmamıştı. Oğlu bir hukukçu olmasına karşın; daha gelişkin, daha çağdaş bir adaleti anlatırdı hep bize. Ancak bu adalet duygusu kimi zaman kantara söz geçiremediğinden, nahoş olaylara neden olabileceği korkusu, o evde yokken hepimizin gözlerinden okunabilirdi. Bilirdik ki; yolda, sokakta yürürken bir babanın oğluna tokat attığına ya da bir ustanın çırağını dövmesine, sövmesine tanıklığı onu sanıklığa süreklemesine yeterli gelirdi. Resmilerle karşılaştığında, yaşının yüzyıllık görüntüsünden cesaret edemediklerinden başlarından bir an evvel savarak sonlanırdı, her seferinde. Ona göre bir sabî horlanmaz, ancak kollanabilirdi, hem de ne “çocuk hakları” ne de “çıraklık yasası”nın varlığı ülkede bilinmezken. Bu nedenle, Samanpazarı civarında yaşı tutan, başında dedenin bastonunun baloncuğunu taşıyan haylice usta, esnaf bulunacağı kuşkusuz. Kimse diyemez ki, ceza hukuku Profesörünün yürüdüğü yolda bir çocuk, bir çırak dövülürse, vay haline o babanın, ustanın, esnafın. Ya ? Ceza Hukukunu en iyi bilen diye vasıflandırılan ve adının önündeki titri büyük harfle başlayanlar; 1935 lerden itibaren ithal edilmiş yasa maddelerini hala anlayabilmek, algılayabilmek, diğer maddelerle ilintilendirmekle yetiniyorlar... yeni bir madde eklemek mi ? Sırf bunun sözü bile geçtiğinde Ordu silahlarıyla el koymuş bu ülkenin yönetimine, en çok da yönettirenin tepesine. Amaç adalet niyetiyle, öncelikle kendilerinin her türlü eleştirilmesine ceza-i maddeler oybirliğiyle kabul edilerek yasanmış (yanlışlıkla yaşanmış olarak da okunsa aynı sonuca ulaşılabilir) ve yasandığı yerde nasıl yasandıysa, bugün jiletle kazınsa hala iptal edilemiyor, tıpkı yasayanların kutsal dokunulmazlıkları gibi.

Merakım o ki; bu yasalar güney ya da doğudan değil de batıdan alındığına göre, şimdiki gibi “anında Türkçeleştirilir” hizmeti de yoktu Google gibi, Yahoo gibi o zamanlar Dünya üzerinde. Peki, yoldaki adam anlamasa da o günün Türkçesine kim çevirdi ki o kalın kalın kanun hükümlerini de hala ne dendiği konusu bir türlü açıklığa kavuşamıyor. Zira, mazeretlerde, bir "tercüme hatası" bahanesi eksik bugünlerde. Ki; yanyana gelmiş iki yüksek titrli akademisyen hukukçu maddeyi yorumladığında köprüde karşılaşmış keçilere dönüşüyor ya da akademisyen hekimler tecavüze maruz kalmış çocuğun bunalıma girmediğinin raporunu verebiliyor, meslek odalarının denetimine inat. Hani, bildiklerimde birazcık kuşkuya düşmüş olsam, bilimin Zülfikar başlı çatal ucuna bakarak inancımı bile yitirmemek elde değil. Kuşkularım yersiz de değil hani; Patagonya’da ekmeğe zam yapıldı diye halk sokağa dökülebilirken, yurdum insanı kadere bağlayıp “ekmeğe yine zam yapmışlar” diyerek sinesindeki diğerlerinin yanına çekebiliyor. Halbuki zammı yapanın aslında kendisi olduğunun hala aymazında. Öylesine uyuşuk bir Pazar günü, sırf “bizim takım kazandı” zaferini yaşayabilmek uğruna, “Aha gördüğünüz şu düzenbaz var ya, ben ona da yapacaklarına da kefilim” diye bağrına mühür bastığı o geniş ama boydan kısa kağıdı zarflayıp sandığa tıkıştırarak yapıyor şikayet ettiği o ekmeğe gelen zammı. Olmamışa olmuş, pişmemişe pişmiş muamelesi göstermenin ucu kaftan öpmeye dayanıyor, cariye olmaktansa Hasekiliğe soyunmak gibi. Üç kafadarın karanlık odada resmettiği küçücük kağıtların kıymetli olduğuna önce çizen inanıyor, ardından bir düşünce ordusu. Gözünü budaktan sakınmayanlar o küçücük kağıt parçasıyla karşılaşmaya görsün, adeta büyüleniyorlar. Büyüleniyorlar da ne demek tapınıyorlar. Sonra da... sonrası tam bir felaket. Bir zamanlar bu kağıtların değer karşılığında Merkez Bankalarında altın bulundurulması gerekirdi. Bir habere göre buna da artık gerek kalmamışmış. Laf vardır ya; “Hem züğürt hem zampara” diye... oturmuş; “suç ve ceza” nın, “silahlara veda”nın kitap yapraklarının banknotların yerini almasını bekliyorum, “borçlar kanunu“ndan, “ticaret kanunu”ndan, “ceza kanunu”ndan”, “aile hukuku”ndan, insan haklarından, çocuk haklarından... umudumu kestiğimden.

Bir de geçtiğimiz yıllarda yenileme çabasıyla okul müsameresinden bozma maddelerle, hukuk ile adeta alay edercesine acemiliklerinde boğulmalarına tanık olunmuştu, koca koca P lerine aldırmadan. 80 sonrası bilim tasfiyesine kalkışanların dolgun P ler dağıtışı, Sultanların sağırlıklarını bile umursamamıştı. Öyle ki; herkes için “bana da çıkabilir”di, şans talih kader kısmet 5 kuruş misali. Dolgunlaştırılmış ama doygunlaştırılmamışların çiziktirdiği bilimsel tasarıda; hiçbir maddenin yönü diğeriyle bir türlü uyuşmadı, buluşmadı, buluşamadı; halka “Cücesin”, iktidara “Yücesin” demekten denk düşmedi, düşemedi, aynı boyda olmalarına rağmen. Ekmek arası alışkanlıklarla çağdaş hukuka bol soğanlı, maydonozlu şeriat sarması. Öyle ki; ters düşmesi bir yana evden baş uzatılamayacak gözküyor ufukta, ayan beyan olmasa da. Eh tabii ki, ümmete de çocuk yapmak düşüyor, sırf vakit geçsin diye. Günde üç öğün yemek. Karnı da doydu mu, üzerine de cigarasıyla demli çayını içti mi, artık gerisinde nefsi çeker garibimin.” Amman ha göbeği düşmesin, canı çekmiş” diye elde belde ne varsa döktürür yiğidim. Bekleriz biz de camlardan Godot gibi nohutu, kömürü... ara sıra da bulaşık makinesini, yiyecek olmadığından bulaşık da çıkmayacağının karanlık açmazında.

Bu virgülde durup Mevlana’yı yad etmeden geçmek olmaz;

Cehalet insanı çirkinleştirir,
Suskunluğum asaletimdendir...
Her lafa verilecek cevabım vardır;
Lakin lafa bakarım laf mı diye,
Adama bakarım adam mı diye...

Ustanın sözünün üzerine söz söylenmese de benim de bir çift sözüm var, koynumda sakladığım;

Görmüyorsam düşlemiyor,
Duymuyorsam bilmiyor,
Dokunmuyorsam anlamıyor,
Koklamıyorsam sevmiyor,
Konuşmuyorsam yazmıyorum

Sanma…

                     ahmet haluk başaklar

                                  2.10.2001
        “Niyet gömlekti, ama pantolonu ödedik…”

“Balık Tutan Şaşı Kedi Sokağı – Sarı”

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder