10 Aralık 2010 Cuma

Keçi, kendi Postekisinin üzerinde oturur

Masallar, oldum olası bana hep inandırıcı gelmiştir; duygu sömürüsüne yatkın, gerçek yaşamdan kesitleri zerk etmenin şark kurnazlığındaki yastıkaltı öykülerine inat. Bugün nereden estiyse aklıma geldi bir tanesi, ööylesine. Paylaşayım istedim.

Bir gün iki keçi bir uçurumun ortasına yıkılmış, bir kütükten köprüde karşılaşmışlar. Sorun; yanız birinin geçebileceği ende olması. Keçilerin ikisi de “ben” deyince “biz”e kasketi alıp gitmek düşmüş, her ne kadar masalın sonunda düşen kasket değil keçiler olsa da...
Ne o, daha başından sıkıldınız mı yoksa? “Biz bunu zate biliyozz” sızlanmalarını duyar gibiyim. Ama siz yine de okumayı sürdürün derim. Zira; hergün dereye uçan keçileri saymaktan yoruldum. Korkum o ki, bu gidişle vadi tepeleme keçi leşleriyle dolduğundan, kurumuş bir ağacın devrilmesinin gereksizliğinde keçiler yağmur duasına çıkmayacak.

Madem masaldaki katilin kasabın çırağı afişe oldu bir kere, o zaman La Fontaine’e olan sitemlerimi dillendireyim.

Biir... Keçiler toslaştıkları için dengelerini kaybedip düşmezler. Ama düşüyorlarsa, bunun gerçek nedeni bu olamaz. Keçiler sarp kayalık arazide gerektiğinde ayakta uyuyabilecek yetenekte, şiddeti ne olursa olsun önden alabileceği tüm darbelere karşı da mukavemetli olduğu bilinmekte. O halde? Keçilerin aklı, tos vurdukları başlarının tepesindekini göremediklerinden, gözardı etmelerinin hovardalığında ve boynuzları; ucu çengel, alta doğru daralan ve birbirlerine geçip geri oynadığında, dibinden birbirlerine kilitlenen bir ergonometriye sahip olması; düzlükte sorun yaratmasa da 30 cm.lik kalas üzerinde onlara kurtuluş şansı tanımamakta ve kendi kaçınılmaz sonlarını kendileri hazırlamakta. Sanırım bu; ya La Fontaine’in tasarladığı bir kurgu hatası ya yanlış tercüme ya da “Bunu nasılsa çocuklar okuyacak. Bunca ayrıntıyla genç beyinleri düşündürerek karıştırmanın alemi yok” diyerek yapılmış bir editör âlicenaplığı.

İki... Keçinin inatçılığı nereden çıkmış ya da ihale katırdan (ki eşekten geçmiş kalıtımsal miras) alınıp yandaş keçinin boynuzlarına mı takılmış? Halbuki, keçinin başı geri ittirilmediği müddetçe, sürü içinde son derece munis, yavrularına müşfik iken; eylem gerçekleştiğinde, koşullanmış bir refleks harekete dönüşür ve artık gerisi engellenemez bir tos vurma isteği; denetimden uzak, anlık, izlenebilir bir metamorfoz. Keçinin bu hareketi bizde nedense inat hissi uyandırmış, tıpkı; onca yükün altında ezilmiş eşeğin, “Buraya kadar. Dibim çıktı, şuradan şuraya gidecek takatım kalmadı” dediğinde, sahibinin “Niyekine yürümüyon?” demesinin gafleti gibi.

Üüüç... Her ne kadar bir felaket sonucu devrilmiş, bir zamanların iri gövdeli ağacı, yetmemiş şimdilerde de yakalar arası geçişi sağlamayı üstlenmiş. Peki keçiler neden bir o tarafa, bir bu yana geçmekte. “Piyasa yapıyorlar” dense, başlardaki buruşuk lopların artık ark atmadığı anlamını taşıyabileceğinden, bunu bir neden sayamazsak; o zaman tüm olasılıklar içinde La Fontaine’in belirtmediği hususu, her iki tarafta da keçilerin yaşamlarını idame ettirecek her tür gereğin bulunmadığı anlamına sürükleyecektir. Örneğin; su bir tarafta, korunaklı barınak diğer yanda. Yani, “karşı yakanın keçi kızları bir tutam ot” niyetine yapılan çapkın, deliyürek keçiliği değil, insanoğlunun kimi zaman kendini kaptırıp fazteziye boğulmasına inat.

Döört... "Biir" dediğimizin sonunda, birbirlerine boynuzlarından kenetlenen keçiler, başlarlar arka bacaklarıyla tepişmeye. Bu arbede, yarısı çürümüş kütüğü yerinden oynatmaya yeterli gelir. Kütük başları bir oynar, iki oynar... üç; uçlarından birinin altındaki toprak ya da kaya parçası “cuup” aşağı düşerken, üzerinde kenetlenmiş keçilerle birlikte fedakar kurumuş gövde de ardından ruhunu teslim etmekte gecikmez. Ve kimin kafası, kimin kuyruğu belli olmayan bir çift kenetlenmiş keçi ve bir kütük olanca hızıyla düşer, hangisinin önce dibi boylayacağının önemsizliğinde.

Beeeş... Çal dağının tepesinde, bir ağaç boyu köprüden bahsetmek, dar ama sarp bir yarık anlamını taşır. Keçiler, sonca dence, "belki bir çentiğe tutunur kurtulurum" umuduyla kenarlara doğru hamle yaptıklarında, birlikte düşüşün ağırlığı onları daha dibi boylamadan postlarını kayalarda sıyırmasına neden olur. Kısaca; boğulmaz, parçalanırlar. Hem, o darlıktaki bir yarıkta olabilecek suyun da, onların yüzme bilmemeleriyle bir ilişkisi de bulunmazken.

Sonuç: La Fontaine bu masalı kendi yazmasına rağmen, aşağıdaki sonuca insanoğlu daha sonradan erişebildi.
Zirvede, sürünün bir kısmı bir yakada, bir kısmı diğer yakada kaldı ve  uzaktan birbirlerine bakıp bakıp o ölüm anını düşündüklerinde, derin derin iç geçirerek sürdürdüler kalan ömürlerini. Aralarındaki yaşlı, bilge keçi;
“İkisine de söyledim... hem de bir çok kez. Ama dinlemediler beni... İçim yanıyor, içim... hem de çook” dese de daha önemlisi susuz yakadakiler su, çorak yakadakiler de kendilerine yiyecek aramaya gittiler. Tekerlemenin sonu gibi, iki eli birbirine çırparak;
“Dağ mı? Yandı bitti kül olduuu.”

Yukarıdaki satırlarda, La Fontaine’le fazlaca el ense tokat gibi gözükmüş olsam da, La Fontaine’e bir tek kelime dahi edebilmem haddim bile değil. Zira; o benim sıraladıklarımı zaten en baştan söylemiş ! Nasıl mı?

Onun söylemek istediği; insan olarak canlılardan olan farkımız, düşünmemizi sağlayan aklımız, doğru yönetilmiş zekamızla elde ettiğimiz Akl-ı Hikmetimiz.

Usta,
“Canlılardan olan farkımız olmasaydı” diyerek düşündürmek, rolleri insanlara giydirmek yerine,
Onlarda, bizdeki akıl olmadığından” söylemiyle hayvanlar ve canlılar üzerine kurguluyor masallarını.

Ve bu fabllar küçümsendiği,
“Biz bunların kitabını yazdık olûûûm” ya da
“Biz zate biliyoz. Koskoca adam olarak bunları önüme yeniden getirmeyin. Masal bunlar, götürün bebeler okusun” dendiği oranda insandan uzaklaşıp, canlı haline dönüşüyoruz.

Var mısınız; bu masalı bireysel oyuna çevirmeye? Hangi hırslarımızı engelleyemediğimiz için kimlerle/nelerle didiştiğimizi, ihtiraslar uğruna neleri feda ettiğimizi, aslında bu kör döğüşün sonunda kimleri/neleri madur, mahzun, yoksun ya da yoksul bırakacağımızı seslendirme cesaretini bulmaya?

Bunun için kullanılabilinecek elde tek kaynak bulunmakta... Akıl.

Rol dağılımı, bir çırpıda örneklenebiliyorsa, bunun anlamı gerçek noktayla temas sağlanmış ve insan olmanın tek ayrıcalığından, Akıl’dan nimetleniyoruz, besleniyoruz anlamını taşıyacaktır. Aksi halde yaşamımız, tüm canlıların refleks davranışlarını sergileyerek; açlık, susuzluk, becerme (ki üreme diye adlandırılıyor) güdülerimizi gidermeyi sürdürmek anlamından öteye geçemeyecektir.

Hep, Akıl’da kalmanız dileğimle... iyi masallar.

Sevgilerimle...

ahb

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşabilir, YAHOO360 ARSIVI bölümünden yayınlanmış eski günceleri okuyabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder