22 Kasım 2012 Perşembe

Eskicinin Kokusu

      Adeta bir küçük geziydi, evden kahvehaneye gidiş. Kapı önünde havanın, mevsimin durumunu değerlendirebilmek adına, bir süre yürümeden etraf kolaçan edilirdi öncelikle. Giyilenlerin ısıya dayanabilirlikleri konusu tartılır, yağışlardan koruyacak üstlüklerin, üşütmeyecek kalınlıkların genç bedenlere çarçabuk uyum sağlayarak yeterlilik belgesi alabilmesine kısa bir süre yetebilirdi. Şimdinin özgür çocuklarına inat önce evin, sonra da bahçenin ağır demir korkuluklu kapısı; geriye dönülerek, olabildiğince sessiz, bir o kadar da özenle kapatılır, hatta bir kaç kez israrla iteklenirdi emin olmak için, bedenlere sinmiş sorumluluk duygusuyla. Yağsızlıktan duyulan gıcırdamayı bastıracak çevreden gelebilecek bir başka ses olmadığından, kimi zaman sinir bozucu hale bile gelirdi kıpırtılı genç kulaklara.
     Sokağın iki kenarında karşılıklı uzanmış kaldırımları, iki kişinin yanyana sürtünerek geçebileceği genişlikteydi. Birbiriyle karşılaşan iki mahallelinin kimi zaman zorunlu da olsa birbirlerine en azından bir selam, bir hâl hatır sorma ya da daha önceki karşılaşmada bitirilememiş bir sohbetin devamını sağlayacak endeydi. Araları limoni olanların yürüdüğü kaldırımı değiştirmeleri, devekuşunun başını toprağa sokarak saklandığını savunması kadar saçma sapandı; pencerelerden gelip geçeni, sokağı ve de onları seyredenler için. Ondandır ki; dişlerin sıkılıp sahte de olsa kısa bir selamla durumu geçiştirmek, yapılacak en akıllıca işti, ona buna söz olmadan.
     Dar kaldırımlara kısa aralıklarla dikilmiş genç ağaç fidanlarından ötürü, bu geçişlerde araç yoluna inilip iki adım atmak gerekirdi. Zaten bu geçitsizlikten, sonunda yeni dikilen yirmi fidandan ancak bir ikisi tutar, geri kalanlar kuruyarak, yolunarak yok olup giderdi. Ancak, bu olumsuzluğun yararları da yok değildi hani. “Sakın caddeye inme” tembihleriyle binilen bisiklet üzerinde, milimetrik sürüşler sayesinde adeta bir sirk cambazı haline dönüşmemek içten değildi. Halbuki sokaklar, elektrik direklerine bağlanmış potalarda yapılan basket maçı boyunca, bir tek araç bile geçmeyecek kadar tenhalıktaydı trafik açısından. Olsun, biz yine de bisikletli olarak caddeye inmezdik ya da sağlık için yapılan spor yerine, azgın genç kısrağı dizginleyen kovboy edasıyla bir Rodeo gösterisine dönüştürebilme şansını iyi kullanabilmek için, işimize öyle gelirdi. Herşey bir yana, o karşı çaprazdaki yeşil boyalı evin ikinci katındaki tül perdesi aralanmış ortadaki pencere vardı ya, önünden her geçişte mutlaka süzülmeliydi çevreye çaktırılmadan, belki camdan bakan uzun sarı saçlı o kızı görebilme umuduyla. Yol boyu el cepten çıkmadan bozuk paralar sayılır, arka cebe katlanıp tıkıştırılmış bir mektup çıkarılıp okunur, ıslık çalınır, az kullanılmaktan yerinden oynamayan o gıcır araba uzman bakışlarla incelenir, üst katlardaki balkonlardan birinden atılan kahkahalara anlamadan da olsa baş yukarı kaldırılarak tebessüm edilir, ara sıra arkaya dönülüp uzaklar süzülürdü, tanıdık birinin gelip gelmediğinden emin olmak adına. Yokuşun sonuna doğru artık beden ile yer dik açı yapacak yerde; kamburlaşmış, biraz da öne eğilmiş, dil dudak aralığından görünür bir halde, adeta sokağın zirvesine tırmanılırdı. Kaldırımlarda yüzleri üst balkonlara dönük erkek çocuklarının “E, şimdi dışarı çıkmayacak mısın yani?” türü soruları, balkon demirine abanmış kıkırdayan kızların konuşmamazlıkları, cam misket gözlerle bakan sabit bakışları, etli dudakları, biraz burukluk biraz da kıskançlıkla seyredilirdi.
     En güzel tesadüfler; bu dar kaldırımlarda yürek dağlayan bakışlarla karşılaşıldığında alınıp verilen bir kaç saniyelik elektrikteydi, gözlerin bir nefes uzaklığından duyulan gözlerdeki sözlerin kokusunda. Etkisinin bir kaç gün sürdüğü rivayet değil gerçekti, omuzlar sürtünemese de alınıp verilen sıklaşmış nabız ve nefeslerle birbirlerine değmeyen, bir omuzlar olurdu. Yaranın sıcaklığıyla ilk görülen dosta, “Galiba, az önce aşık oldum.” denebilirdi, tüm benliğinden son derece emin olarak.
     Karşılardan başının üzerinde taşıdığı tablayla adeta denge oyunu oynayan macuncu göründüğünde, aynı bedelle yapılabilecekler akıldan kıyaslanır ve her seferinde macuncu hakkını kaybederdi bu yaşlarda; daha küçükken harcanacak başka bir yer olmadığından, kazanmaya mahkum olması gibi. Kahvehanenin önünde tezgahı açıkta bir yerde, kendisi sırtını yasladığı duvar dibine çömelmiş simitçi karşılardı, içeriye girecekleri sessizlik içinde. Çoğu zaman, tablaya hisar gibi yuvarlak istiflenmiş simitlerin orta yerindeki boşluğa, alınanların parası bırakılır, para üstü gerekiyorsa yine aynı yerden, aynı ellerle sorgusuz alınırdı, eksik ya da fazla olmasının kaygısını taşımaksızın. Kahvehanenin tavanlarının yüksek oluşu, pencerelerinin çokluğu ve de büyük bir bölümünün açık olmasına aldırmayan sigara dumanı ve nikotin kokusu, nedendir bilinmez inatla terketmek istemezdi böyle bir mekanı. İçeridekiler hep aynı yüzlerdi, ancak o günün onlara getirdiklerini üzerlerinde taşır ve bu onları hep dünden farklı kılardı. Hayatta bir kez bile sarhoş olduğu görülmemiş, o hep kale duvarı gibi değişmez mimikli, adeta doğumu da bu sandalye üzerinde olmuş ve cenazesinin de aynı sandalyeyle birlikte mutad oturduğu köşeye gömülecek silüetli adamın, görüp de inanamayacağınız haline belki de sadece siz şahit olurdunuz o gün, o an orada olabildiğiniz için. Ya da çıkan kavgadan sonra, bir daha kahvehaneye alınmayanların kapıdan süklüm püklüm kovuluşlarına. Kovulmak en ağır hakaretti o dönemler için, içinde hiç intikam duygusu barındırmayan. Küfüre bile gerek kalmaz, “Seni, buralara bir daha adım atarken görmeyeyim” denmesi, adama yetip de artardı bile. Geri dönebilmek için, sunturlu bir kendini affettiriş gerekirdi, hem kırdıklarından hem onu tanıyanlardan hem de tanımayanlardan.
     Bir de akılda tutulan borç defteri olurdu kayıtları resmi olmayan, hani “Dünden de iki çay, bir tost vardı…” gibilerinden. Buna rağmen kafadan çaylar gelirdi hiç umulmadık anlarda önünüze;
Radyoda Tamirci Çırağı’ çaldı da.”
Hayret, ben duymadım!
Sen daha gelmemiştin ki o sıra.
diyerek bekletilip demlenmiş mutluluğun çaycıyla küçük paylaşımları yaşanırdı zaman zaman, genç bir delikanlıya tam anlamıyla hitab etmese de.
     Genç müşteriler ise sınıf sınıftı. Bir gündüzcüler vardı, bir türlü kendilerinin de bilemediği nedenlerden ötürü okulu asıp tüm gün yuvalananlar, diğer bir grup ise okul zili çaldığında çoktan King masasına kareyi kurup oturmuş olanlar. Başka bir grup ki; pencere kenarlarına tam siper mevzilenenlerdi, asıldıkları kızların bir gondol süzülüşünde yavaş yavaş geçişlerini bir ayin havasında, kaçamak bakışlarla çevresindekilere belli etmeden ve iç geçirerek seyredenler. Hele hele bir de; ciddi ya da sahte ya da kurgu olarak kızlar yanlarında birileri ile görülmeye görsün, filtresiz sigaraya bir filtresiz sigara daha eklenirdi, eskisinin ateşinden körüklenerek yakılan. En son grupsa, az evvel sözü edilen dikine hiçbir yere bakmadan yürüyen kızların yanında eğilip bükülüp, kendi söylediklerine kendi gülen delikanlılardan oluşurdu, uçuşan saçlarını ellerinin ayalarıyla düzelterek kahvenin kapısından içeri muzaffer bir komutan edasıyla girenlerden. Bu roller; her gün değişiklik gösterse de, o gün mutlaka bunlardan birini oynardık hep, sırasıyla her birimiz.
     Eğlenceli günler ise; genelde babanın zulmünden korkmuş bir annenin, kahvehanenin orta yerindeki oyun masası başından karnesi on iki kırıklı çocuğunu sürükleyip götürmesi ya da eve harcayacağı nafakayı konkene yatırmış kapıcının, karısının huysuzlukla ağlayan çocuklarını yeşil çuha üzerinde kâğıtların bir kenarından diğerine kaydığı oyun masasına bırakıp, “Ne halin varsa gör” diyerek izbeleşmiş, oksijensiz havayı talan etmesi, karşılıklı atışmalar, tiratlar doldururdu, her sabah saatli maarif takvim yaprağı koparılmış günleri. Kimi zaman olayda sözü geçen bir replik, günlerce kahvehanede özel kelime, hitap ya da lakap olarak severek kullanılabilirdi, olay anına tanık olunmasa da.
     Mars ederken, taşa giderken, sanzoti çekerken unutulan yanık uçlu sigaraların açtığı deliklerle desenlenmiş örtülü masalarda, günler tüketilirdi, “bu gün de akşam oldu” diye diye. Ne dalgalı saçlar gibi uçuşan nikotinin dumanı, ne tuvaletten kaçan sidik kokusu, ne fokurdayan çayın demi, ne de tozuyan isteka tebeşiri. Hepsi bir umut çorbasında; zengin fakir, yaşlı genç, iyi kötü demeden birlikte anaforlanırdı. Salonun kahvehane uğultusunu bastıran siyah beyaz, tek kanallı, altı tuşlu televizyon, radyodan kalma mutad alışkanlıkla dinlenir, bakışları topta, kâğıtta, zarda, bardakta eriyen şekerde olanların bir kaç cümlelik yorumlarıyla konular olsa olsa esnetilirdi; üç beş yıl sonrası için kahvehanenin camının çerçevesinin indirilmesi, hatta söyleyen dudağın sahibi tarafından bile tanınamayacak hale getirilmesi için, yeterli bir neden olarak karşımıza çıkacağını o günlerde bilemeden.
     Her tür kahraman ve kahramanlık öykülerinin dillendiği, dinlendiği masalarda, yeri gelir kimin av kimin avcı olduğu birbirine karışırdı, anlatanı bile hayrete düşürerek.
     Kışın ayazı, yazın kavurucu sıcağı, baharın deli yağmurları için iyi bir sığınaktı,  yavaş yavaş yüzlerindeki tüyleri gün be gün kıla dönüşenler için. Yalandan da olsa günlük gazeteler okunur, o bileti karaborsaya düşmüş meşhur filmin en canalıcı sahneleri sonuyla birlikte anlatılır, maç yorumsuz futbol takımlarının bitmeyen çekişmeleri laf ebeliğinden öte gidemezdi.
     En belirgin gözlem; Romantizm gibi gözükse de, aslında o yıllardaki Romantik duyguları besleyen Platonik ilişkilerdi. Herkesin içinde beslediği, ancak elin ele, tenin tene dokunması bile başlı başına bir gecelik düş olup, kendi varlığının bilinmezliğine büyük bir sadakatle bağlanmasıydı. Kadın kısmısını, erkek kısmısını bir yana koyarsak; arabalara, bisikletlere, sporculara, şarkıcılara, en çok da sinema artist ya da aktristlerine tutulan tutulanaydı, bir eksiği başroldekilerin kendi bilgisi dışında. Ondandır ki; genç odalarının, bekâr odalarının dolap kapakiçleri, arka cepte taşınmaktan yarım aya dönüşmüş cüzdan araları hep bunlarla süslüydü, iç sıkıldıkça bakıp huzur bulmak için. Özetle bir tür uyuşturucu niyetine çekilen bir nefeslik enfiye gibiydi ve gizlice alınmış, silüeti makasla kesilmiş siyah beyaz fotograflar.
     O yıllarda evler; bodrum dahil üç katı geçmeyen, bahçe içinde dut ağaçlı, hanımelli, çimentosu bol, ağır demir kapılıydı. Her evin, o evde yaşayanlarca yaşamlarından sindirdiği bir kokusu vardı, kireç badana dahi yapılsa geçmeyen. Ama içlerinde yaşananlar beş aşağı beş yukarı aynıydı, gelir düzeyinin abartısını taşımaksızın.
     Gıcırdayarak açılan kapıları, zor kapanan macunları dökülmüş pencereleri koyarsak bir yana, genellikle kapı yan duvarlarına takılı, dikdörtgenin köşesinden çalınmayı bekleyen siyah, yuvarlak düğmeli ziller hiç değişmezlerdendi. Paspaslar daha çok eskimiş ve kaçmış kadın çoraplarından örülürdü. Giriş kapısının arkasındaki duvara mutlaka dayanmış bir çalı süpürgesi bulunduğundan, rastlanması şaşkınlık dahi yaratmazdı. Yani, bu basit temizlik aracı bir övünçtü eve gelenlere karşı, orta yerde görünmesinin utancı olamazdı ki. Yine, aynı dar alana sıkışmış kömür kovası, yırtık dikişleri arasından görünen balon yapmış turuncu iç lastiğiyle meşin futbol topu, yanında süpürgeye yaslanmış kül küreği, kömürü tutuşturmak için istiflenmiş bir kaç odun ve çıra niyetine kullanılan kırık portakal kasası parçaları, duvara çakılı kırmızı tahta topuzlu askılığa birbiri üzerine abanmış mantolar, paltolar, atkılar, bereler, eldivenler, altında ne olur ne olmazlık eskilerden kalma bir ceviz saplı siyah erkek şemsiyesi, üzeri dağlanarak işlenmiş ve artık kullanılmayı bekleyen ölmüş dededen miras baston, arka bahçede kurutulacak çamaşır, dövülecek halı kilimi asmak için halat kelepi, kızılcık sopası ve patiskadan ağzı sicimle büzülmüş mandal torbası, kapının üzerindeki dar alınlıkta lise ders kitaplarına bile konu olmuş o meşhur trafolu, metal kampanalı kapı zili. Tahtadan ve çoğunlukla el imalatı, bir ucundan diğer ucuna bağlanmış telden spiral kordona büzüştürülmüş örtüsüyle, ayakkabı ve terlik kokularını bastırmaya çalışılan ayakkabılık; kimi zaman üzerinde boyası dahi olmayıp, içi lebaleb erkek, kadın terlikleri dolu olan. Evin tüm odalarında rastlayacağınız; çevirmeli, siyah bakalitten elektrik düğmeleri ve o tıkırtıyla yaktığı salon hariç tavanlarından beyaz kablo ucunda sallanan çıplak ampulleri. Basit çerçeveli, ince uzun, sıvayı parçalamak uğruna zorla da olsa çakılamamış ve sonunda öylesine tutturulmuş bir çivinin ucunda emaneten duran ve yılda bir cereyandan çarpan kapının şiddetine dayanamayıp kıç üstü yere düşmekten bir köşesi kırılmış, boy aynası. İlk bakışta, evin odalarının tüm ahşap pervazlarının toplaştığı sanılacak kadar çok kapı kanadının gelenleri karşıladığı antre.
     Girişi küçültmesin diye yalnızca onun dışa açıldığı tuvalet ve banyo kapısı. Yerler mozaik betondan. Alaturka tuvalet taşı tuzruhuyla iyice parlatılmış. Duvarın köşesine çakılı iki küçük çiviye asılı ipte sallanan pamuklu taharet bezleri. Öksürerek çalışan, basmalı, ayakları ıslatmalı sifon ve yerde sizi karşılayan üzeri dağlanarak motiflenmiş, kamyon lastiğinden kesilmiş kemerleri nalçalarla çakılı tahta nalınlar, tabii ki tuvalet taşının üzerinde kullanılmak üzre ya da ayaklar banyo yaparken sabundan kaymasın diye. Karşı köşede, onca azametine rağmen banyo yaparken olanca cüssesine inat, ondan beklenmeyen ılıklıkta su ısıtan kahverengi termosifon yerini alırdı. Alttaki haznesinde tahta parçaları yakılırdı üzerindeki su kazanını ısıtmak niyetiyle. Ancak soğuk kış günlerinde, yalnızca niyet çoğu zaman yeterli gelemezdi. Herşeye rağmen, yanarken duyulan yanık portakal sandığının kokusu, ısınan kazanın kükremesi, içinde yanan odunların çökme sesi, en kötüsü de tam istim tutmuşken yıkanmanın artık bitmesi. Alaturka tuvaletle termosifon arasında metal borulu, ucu sabit teneke duşlu ve sularını akıtarak doldurduğu mermer blokundan oyulmuş iki kulaklı kurnası, armatürüne asılı ıslaklığın şekilsizliğinde kurumuş ve suyun kirecinden sertleşmiş el örgüsü lif ve Bursa işi kesesi, hemen hemen her zaman kesik ve akmayan, sadece açıldığında garip sesler çıkartan, kararmaya yüz tutmuş musluğu, çamaşırdan bebeğe kadar her şeyin içinde yıkandığı boy boy, renk renk eskiciden, eski gömlek pantolon karşılığında alınmış laylon leğenleri, sular akmadığında ya da ayda bir toplu olarak beyaz iç çamaşırlarının içinde küçülmüş sabunların rendelenerek kaynatıldığı çamaşır kazanı. Banyoyu dış havayla kucaklaştıran buzlu camlı küçük pencerenin yüksek denizliğine zulalanmış ve herkes tarafından görülmesi engellenmiş eski görünümlü hatta yer yer paslanmış jiletli traş makinası, çubuğu döndürmeli, kimi çiçek gibi ortasından iki yana açılan. Her gün ovularak parlatılmaya çalışılmış ancak kararmış çatlaklara yapılacaklar çaresiz kalmış lavabo, duvardan çıkma, yüksekten akan musluğu, üzerinde bir yanda traş tasının içine oturtulmuş taş sabunu, jileti, makinası diğer yanda kokulu el sabunu. Duvarındaki çiviye yassı boncuk zincirle asılmış, kenarları nem aldığından sararmış, hatta yer yer kararmış, gülen bakışların yakışmadığı, küçük, dikdörtgen ve köşeleri kesik, iki askı deliği metal puntolu aynası. Tavanında düşük mumlu ışığı nekeslikle yansıtan, buzlu, dönmeli karpuz lambası.
     Pazar günleri banyo kapısı açıldığında ıslak saçlarıyla içeriye hapsolmuş firari buharlar arasından sahneye çıkanı, karşısındaki mutfaktan hınzırca kaçan yeni demlenmiş karanfilli ıhlamur kokusu karşılardı, alkışsız ıslıksız. Muşamba ya da naylon örtüleri dalga dalga kesilmiş ahşap mutfak raflarındaki tabak çanağın düşmesini önleyen boylu boyunca çakılmış çıtaları, tahta mandallı dolap kapakları, üzerindeki maşrapasıyla içi içme suyu dolu toprak küpü, merdanenin oklavanın üzerinde yuvarlanmasını bekleyen hamur açma tahtası, kapı kollarına asılı ipten pazar fileleri, bir köşede üstüste konmuş kararmış bakraçlar, mozaik tezgah üzerinde tahta saplı, yarım küresinin dışında dört siyah boncuk bacaklı, içinde her tür çiğ yiyeceğin pişirilebildiği elektrik ızgarası, uzay kapsülü gibi park etmiş duran nadir kullanılan kek pişirme fırını, musluk altını örten perdenin arkasında açık sirke, kapalı teneke Vita yağı, içi boş depozitolu kalın camlı süt, kahverengi uzun boyunlu Tekel birası şişeleri, mavi renkli ispirto, tuzruhu, naylon torbalı arap sabunu ve mahalleye arasıra uğrayıp, bir günlüğüne çevirmeli körüğü gömebilecek toprak çukuru kazılabilecekleri bir bahçede iskan kuran çingenelerin kalayladığı kapaklı tencereleri, kenarları girintili çıkıntılı sahanları, tablasına dikilmiş, kullanılmaktan küçülmüş beyaz mumları, tekel kibritleri, üzerinde yemek pişirilen ortasındaki küçük üç gözlü gaz ocakları, havagazı kesildiğinde kullanılan pompalı, telden üç ayaklı ispirto ocağı ve memesini temizlemek için iğnesi, elektrik kesilmelerine karşı yaşama kalınan yerden devam etmek için duvarlarda yakılmayı hazır bekleyen sırtı aynalı, fitilli gaz lambası. Antreye geri dönersek; tek açık kapılı yerin mutfak olduğu, ayan beyan görünürdü.
     Yatak odasının kullanımı, yalnızca ebeveyne aitti ve mahremiyetini vurgularcasına kapısı, sıkı sıkıya kapalı olurdu. Perdeleri her zaman çekili olduğundan, kapı dışından bakıldığında buzlu ve tırtıllı camı en karanlık olanıydı hep. Pembe şeker rengi saten perdeli, pirinç başlıklı, gıcırdayan somyalı, denkli, yatak kenarları işlemeli, naftalin kokulu, bohçalıydı yatak odaları o yıllarda. Evin; ince, uzun, iki kişilik tek yastığı bu odada yer bulurdu, evlenirken söylenmiş “bir yastıkta kocayın” temennisinin, inatla haklılığını kanıtlarcasına. Yıllanmış olsa da ütüsü üzerinden eksik olmayan bir erkek takım elbisesi ve parlak kumaştan dikili askıya asılı kadın elbisesi, üstüste katlanıp istiflenmiş, her motifi kabul günlerinden özenle öğrenilerek örülmüş kazaklar, örtüler, nakışlar.
     Bir diğer sıkı sıkıya kapalı kapı ise misafir odasına açılırdı. Ancak misafir geldiğinde kullanılan, havası bile evin diğer odalarından farklı kokan, gün içinde girilmesi zorunlu hale gelirse önce giriş izni alınan, sonra eşiğindeki ıslak yer bezinde terlikler çıkartılıp çoraplı parmak uçlarında en kısa sürede salonu terk etme niyetiyle tedirgin sessizlikle çıkılan, hatta tüm bunlar kapı kapatılırken bile hissedilebilen adeta kutsal bir mabetti. Sehpalardaki kül tablalarının ev halkı tarafından kullanımı yasaktı. Salon kırk yılın başı gelen misafir için açılsa da her gün içerisinin tozu mutlaka alınırdı, ne olur ne olmaz misafirin ne zaman geleceği belli olmaz diye. Diğer odalara göre daha az kullanıldığından en temiz sulandırılmış kireç badanalı duvara sahipti. Bir ömür boyu kullanılacağı düşüncesiyle ihtimam gösterilen koltuklara, koltukların kol ve boyunluklarına, büfelere, vitrinlere göznuru işlemeli örtüler üçgen, dörtgen biçimle serilirdi.
     Evin en çok kullanılan ve neredeyse tüm zamanın geçirildiği bölümü ise yatmaya kadar oturma odası diye adlandırılırdı. Ancak yatma zamanı geldiğinde nereden çıktığı bile belli olmayan, yılda bir hallaçlanmış yorganların, yastıkların, kabartılmış yün yatakların üzerine beyaz çarşafların örtüldüğü bir yatakhaneye dönüşürdü birden bire. Gün içinde divan olarak kullanılan, duvar kenarlarına kumaşından kaplı beş düğmeli sert uzun yastıkların yaslandığı, büzgü birleşimleri biyeli, örtüleri, simli kırlentleri, duvarına çivilerle asılmış dereden su içen ve doymak bilmeyen geyikli duvar halısı, yerde ise motifleri herkese göre farklılaşan, tüm hayallerin kurulabileceği hatta oynatılabileceği, bakarken düşünülebilen, günlük sorunlara çözümler bulunabilen desenli halısı, hane demirbaşlarının başını çekerdi. Ev halkının ortak yaşamı burası kabul etmesi, ısınma dışında da kırk iki işe daha istemeden hizmet verdirilen sobası, tavanda tur atarak dolanan hatta kimi evlerde odadan odaya dahi geçebilen onun boruları, iç içe geçen üst kapakları, çevirmeli baca mandalı, yatağa girilirken sevgili gibi koyunlara sokularak yatılan dökümden ızgaralı demiri, karıştırma mandalı, çıkardığı isten esmerleşmiş hatta yer yer kararmış pencereler ve tül perdesi dışındaki eşyalar, merkezi ısıtma sistemi sobanın konuşlanmasına bağlı olurdu, her ne kadar yaz aylarında gözdeliğini kaybetse de. Üzerinde hem yemek yenen, hem yakın dostlara çay, kahve, ince belli çay bardağında buzdolabı olmadığından buzsuz ikram edilen rakının yudumlandığı, sohbetlerin, sevinçlerin, üzüntülerin yaşandığı, gelinlik çağındaki kızların istendiği, damatlık delikanlılara verildiği, sonradan dizlerin dövüldüğü, saçların yolunduğu, ev ödevlerinin yapıldığı, derslerin çalışıldığı, spor toto kuponlarının, hatıra defterlerinin doldurulduğu, gün biterken bir eksiklik dahi duyulmaksızın günlük gazetenin haberlerinin okunduğu, çizgili kâğıtlara aşk şiirlerinin karalandığı, hasret dolu mektupların yazıldığı, ekose renkli muşamba örtüsü raptiyelerle tutturulmuş, dört ahşap bacaklı tahta masa ve çevresine dizili mutlaka bir bacağı kısa topal iskemleleri, üzerinde kesik camlı şişesiyle tütün kolonyası, tabanı oturan geniş kadın kalçalı, ince uzun boyunlu, ağzı halkalı ve yine camdan tıpalı su sürahisi, yanında camdan altlığına baş aşağı dönmüş üzeri yine dantel örtülü, kalın, şişman su bardağı, boy sırasında üst üste kule olmuş ders kitapları, defterleri, biri çift renkli iki kurşun kalem, tam ortasında boyuna asmak için ip geçirilmiş, kullanılmaktan yuvarlaklaşıp küçülmüş bir silgi, kırık bir kalemtraş ve sayıları silikleşmiş tahta cetveliyle okul gereçleri eksiksiz bulunurdu. Bir kenarda maun ya da ceviz etajer üzerinde, ısındıktan sonra ışığı yeşile dönüşen ve mutad örtülerden biriyle başı süslü lambalı radyo; parazitler içinde türküleriyle, Zeki Müren’iyle odanın baş köşesine kurulurdu. Yanında özenle yan yana dizilmiş, içinde kurumuş yapraklarıyla bir kaç aşk romanı ya da şiir kitabı, boş karton kesme şeker kutusu içindeki dut yapraklarının arasında gezinerek, kendine koza örüp kelebek olmayı bekleyen beş tane beyaz ipek böceği, çekmecelerinde ise dikiş nakış örgü gereçleri bulunurdu. Duvarındaki aynanın ahşap çerçevesine sıkıştırılmış asker, sılaya yolcu edilmiş ya da mazbut bakışlı yitirilmiş bir dostun, gülmeye çabalan bir bebeğin kenarları tırtıllı karakalem rötuşlu resimleri ya da uzak diyarlardan gönderilmiş bir kartpostal odaya renk katardı. Köşe sehpa, üzerinde yeni okunmuş ve üst kattaki komşu çocuğuyla değiş tokuşu bekleyen avuç içi neminin limelediği çizgi roman kitapları, bir de sıkça kullanılan kül tablasıyla sadeliğini korurdu.
     İşte gençliklerin, yaşlılıkların, çocuklukların geçtiği evler beş aşağı beş yukarı bu donatılara sahipti, kimisi alt kimisi üst katta oturmalarının dışında.
     Naylon poşetleşmemiş ya da yere atılacak kadar ambalajlara sahip değildi yaşam; sıradan, gönülden geçerken ki kıvamında sürerken. Sigara paketlerinin ne jelatini vardı ne de pamuklu turuncu uçlu filitreleri. Bundandır ki; sokak çöpçülerinin en büyük düşmanı sararmış hazan yaprakları olurdu, onca ağaçtan düşenlerini süpüre süpüre toplamanın zorluğunda. Boş şişeler kırılmış da olsa ortalarda karşımıza çıkmazdı, üç tanesinin karşılığında bir tanesinin dolusu alınabildiğinden. Kullanılmış boş yağ tenekeleri, gazeteler sayesinde takaslanmış, sicim ip üzerinde salınan çamaşırların uçmasını önleyen tahta mandallar süslerdi balkonları. Plastik leğenlerse daha çok evin erkeğinin ışığa tutulunca arkası görünecek kıvamına gelmiş pantolonlarının takasından alınırdı. Aliminyum kovaların dibi delindiğinde de kömür kovasına dönüşürdü.
     İşte yukarıda nefes nefese sıralanmış bu mekanlar ve ayrıntılar göreceli olarak çok mu yetersizdi, yoksa çok mu gereksizdi bilinmez ancak, her ayrıntı onurla yaşanırken anlam kazanırdı. Örneğin bir soba öyküsü, işin yabancısına tek başına bir pranga mahkumluğu gibi gözükse de onunla yaşanan ilişkideki her ritüel her seferinde eksiksiz, baştan savmadan, dürüstlük içinde, sobadaki odunu kömürü çıra, gazete kağıdıyla tutuşturmak, söndürmek, temizlemek, onunla zaman zaman ocak niyetine yemek, kahve pişirmek, çay demlemek, kimi zaman ıslak çamaşırları kurutmak başlı başına öykünün kahramanı olarak bile anlatılabilecek derinliği sahipti. Belki de bir soba sayesinde yakacağın, yiyeceğin, içeceğin, hatta çöpün bile her kırıntısı yaşam içinde bir anlam ve değer kazanır, kazanımlar bir kültür aktarımıyla nesilden nesile efsanelerin sürmesine neden olduklarından, aile efradının bir ferdi olarak bile algılanabilirdi. Sözün gelişi soba denmişti. Çamaşır ipinden su küpünün tasına kadar tüm diğer ayrıntılar; hem tek başlarına aynı güce sahip, hem de diğer nesneler ile sıcak ilişkide olduklarından, her biriyle aynı genişlikte yaşanması, yaşamın bizzat kendisini oluştururdu. Bu tersi için de geçerli olduğundan, biz onlar sayesinde yaşamı oluşturur, oluşturduğumuz yaşamın içine girip var olanı da bizzat yaşardık, çok fazla dert yanmadan, yakınmadan, gocunmadan ve alınmadan. Önceden hazırlanıp önümüze sunulmuş ve biz kokmayan yaşamları yaşamadığımız ya da bir başka deyişle herkes kendi bedeninin terini yaşamının kokusuna sindirdiğinden, kendi düşen ağlamaz oynanırdı bir tatlı huzur içinde. Bir yaz gecesinde, kimin çaldığı bir muamma olan tambur sesi işitilmesi, eşlik edebilmek için mutfakta bir kadeh şarap hazırlanmasına neden olabilirdi. Kimin çaldığı ise bizler için olduğu kadar, çalan için de önemsizdi. Yani ne çalan ne de dinleyen için fa diyez sesinin kimseye, huzurdan başka getirisi yoktu.
     Şimdilerde değil genç kuşaklar, ortayaşı devirmişler için bile bu anlatılmaya çabalananlar, bir sağır muhabetini aşamayacağı da kuşkusuzdur, o günlerin kokusunu, kokusundaki lezzeti hiç bilmediklerinden ya da kimine göre bilmek de istemediklerinden.
     Bu geçmişin kokusu, bir zorlamayı gerçekleştirebilmekten çok, yaşama şansını bulmuş ya da bulamamış, bilmek şansını yakalamış ya da yakalayamamışlar için; olsa olsa bilgi mahiyetinde bir hatırlatmadır.
     Yazılanlar; düz bir metin olarak hızla hiçbir duygu beslemeden okunabilir ki, bunda yadırganacak ya da eleştirilecek de hiç bir yan yoktur. Ancak şu bir gerçek ki; hâlâ bir cümle arasında göz kitaptan uzaklaşarak mola hakkını kullanmak istenirken “Yahu hanım, Rahmetli anamın sana verdiği bir sahan vardı... hatırladın mı?... şimdi nerede, biliyor musun?... Ne günleri yemişik o sahanda, hatırlar mısın? ...” gibisinden eskicinin kokusunu duyacak kimlikler hâlâ nefes alıp verebilmekte yaşadığımız bu günlerde, o yıllar birer tatlı mazi olarak çoktan yerlerini almış olsalar da.

Sevgilerimle... 

ahb 

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

1 yorum:

  1. En azından yarısından fazlası tanıdıktı tüm bu sıraladıklarının, esprilerin ise "bonusu" oldu... Eline, diline sağlık, çok güzel resmedilmiş...

    YanıtlaSil