Adeta bir küçük
geziydi, evden kahvehaneye gidiş. Kapı önünde havanın, mevsimin durumunu
değerlendirebilmek adına, bir süre yürümeden etraf kolaçan edilirdi öncelikle.
Giyilenlerin ısıya dayanabilirlikleri konusu tartılır, yağışlardan koruyacak
üstlüklerin, üşütmeyecek kalınlıkların genç bedenlere çarçabuk uyum sağlayarak
yeterlilik belgesi alabilmesine kısa bir süre yetebilirdi. Şimdinin özgür
çocuklarına inat önce evin, sonra da bahçenin ağır demir korkuluklu kapısı;
geriye dönülerek, olabildiğince sessiz, bir o kadar da özenle kapatılır, hatta
bir kaç kez israrla iteklenirdi emin olmak için, bedenlere sinmiş sorumluluk
duygusuyla. Yağsızlıktan duyulan gıcırdamayı bastıracak çevreden gelebilecek
bir başka ses olmadığından, kimi zaman sinir bozucu hale bile gelirdi kıpırtılı
genç kulaklara.
Sokağın iki kenarında karşılıklı uzanmış
kaldırımları, iki kişinin yanyana sürtünerek geçebileceği genişlikteydi.
Birbiriyle karşılaşan iki mahallelinin kimi zaman zorunlu da olsa birbirlerine
en azından bir selam, bir hâl hatır sorma ya da daha önceki karşılaşmada
bitirilememiş bir sohbetin devamını sağlayacak endeydi. Araları limoni
olanların yürüdüğü kaldırımı değiştirmeleri, devekuşunun başını toprağa sokarak
saklandığını savunması kadar saçma sapandı; pencerelerden gelip geçeni, sokağı
ve de onları seyredenler için. Ondandır ki; dişlerin sıkılıp sahte de olsa kısa
bir selamla durumu geçiştirmek, yapılacak en akıllıca işti, ona buna söz
olmadan.
Dar kaldırımlara kısa aralıklarla dikilmiş
genç ağaç fidanlarından ötürü, bu geçişlerde araç yoluna inilip iki adım atmak
gerekirdi. Zaten bu geçitsizlikten, sonunda yeni dikilen yirmi fidandan ancak
bir ikisi tutar, geri kalanlar kuruyarak, yolunarak yok olup giderdi. Ancak,
bu olumsuzluğun yararları da yok değildi hani. “Sakın caddeye inme” tembihleriyle binilen bisiklet üzerinde,
milimetrik sürüşler sayesinde adeta bir sirk cambazı haline dönüşmemek içten
değildi. Halbuki sokaklar, elektrik direklerine bağlanmış potalarda yapılan
basket maçı boyunca, bir tek araç bile geçmeyecek kadar tenhalıktaydı trafik
açısından. Olsun, biz yine de bisikletli olarak caddeye inmezdik ya da sağlık
için yapılan spor yerine, azgın genç kısrağı dizginleyen kovboy edasıyla bir
Rodeo gösterisine dönüştürebilme şansını iyi kullanabilmek için, işimize öyle
gelirdi. Herşey bir yana, o karşı çaprazdaki yeşil boyalı evin ikinci katındaki
tül perdesi aralanmış ortadaki pencere vardı ya, önünden her geçişte mutlaka
süzülmeliydi çevreye çaktırılmadan, belki camdan bakan uzun sarı saçlı o kızı
görebilme umuduyla. Yol boyu el cepten çıkmadan bozuk paralar sayılır, arka
cebe katlanıp tıkıştırılmış bir mektup çıkarılıp okunur, ıslık çalınır, az
kullanılmaktan yerinden oynamayan o gıcır araba uzman bakışlarla incelenir, üst
katlardaki balkonlardan birinden atılan kahkahalara anlamadan da olsa baş
yukarı kaldırılarak tebessüm edilir, ara sıra arkaya dönülüp uzaklar süzülürdü,
tanıdık birinin gelip gelmediğinden emin olmak adına. Yokuşun sonuna doğru
artık beden ile yer dik açı yapacak yerde; kamburlaşmış, biraz da öne eğilmiş,
dil dudak aralığından görünür bir halde, adeta sokağın zirvesine tırmanılırdı.
Kaldırımlarda yüzleri üst balkonlara dönük erkek çocuklarının “E, şimdi dışarı çıkmayacak mısın yani?”
türü soruları, balkon demirine abanmış kıkırdayan kızların konuşmamazlıkları,
cam misket gözlerle bakan sabit bakışları, etli dudakları, biraz burukluk biraz
da kıskançlıkla seyredilirdi.
En güzel tesadüfler; bu dar kaldırımlarda
yürek dağlayan bakışlarla karşılaşıldığında alınıp verilen bir kaç saniyelik
elektrikteydi, gözlerin bir nefes uzaklığından duyulan gözlerdeki sözlerin
kokusunda. Etkisinin bir kaç gün sürdüğü rivayet değil gerçekti, omuzlar
sürtünemese de alınıp verilen sıklaşmış nabız ve nefeslerle birbirlerine
değmeyen, bir omuzlar olurdu. Yaranın sıcaklığıyla ilk görülen dosta, “Galiba,
az önce aşık oldum.” denebilirdi, tüm benliğinden son derece emin olarak.
Karşılardan başının üzerinde taşıdığı
tablayla adeta denge oyunu oynayan macuncu göründüğünde, aynı bedelle
yapılabilecekler akıldan kıyaslanır ve her seferinde macuncu hakkını kaybederdi
bu yaşlarda; daha küçükken harcanacak başka bir yer olmadığından, kazanmaya
mahkum olması gibi. Kahvehanenin önünde tezgahı açıkta bir yerde, kendisi
sırtını yasladığı duvar dibine çömelmiş simitçi karşılardı, içeriye girecekleri
sessizlik içinde. Çoğu zaman, tablaya hisar gibi yuvarlak istiflenmiş
simitlerin orta yerindeki boşluğa, alınanların parası bırakılır, para üstü gerekiyorsa
yine aynı yerden, aynı ellerle sorgusuz alınırdı, eksik ya da fazla olmasının
kaygısını taşımaksızın. Kahvehanenin tavanlarının yüksek oluşu, pencerelerinin
çokluğu ve de büyük bir bölümünün açık olmasına aldırmayan sigara dumanı ve
nikotin kokusu, nedendir bilinmez inatla terketmek istemezdi böyle bir mekanı.
İçeridekiler hep aynı yüzlerdi, ancak o günün onlara getirdiklerini üzerlerinde
taşır ve bu onları hep dünden farklı kılardı. Hayatta bir kez bile sarhoş
olduğu görülmemiş, o hep kale duvarı gibi değişmez mimikli, adeta doğumu da bu
sandalye üzerinde olmuş ve cenazesinin de aynı sandalyeyle birlikte mutad
oturduğu köşeye gömülecek silüetli adamın, görüp de inanamayacağınız haline
belki de sadece siz şahit olurdunuz o gün, o an orada olabildiğiniz için. Ya da
çıkan kavgadan sonra, bir daha kahvehaneye alınmayanların kapıdan süklüm püklüm
kovuluşlarına. Kovulmak en ağır hakaretti o dönemler için, içinde hiç intikam
duygusu barındırmayan. Küfüre bile gerek kalmaz, “Seni, buralara bir daha adım atarken görmeyeyim” denmesi, adama yetip
de artardı bile. Geri dönebilmek için, sunturlu bir kendini affettiriş
gerekirdi, hem kırdıklarından hem onu tanıyanlardan hem de tanımayanlardan.
Bir de akılda tutulan borç defteri olurdu
kayıtları resmi olmayan, hani “Dünden de iki çay, bir tost vardı…”
gibilerinden. Buna rağmen kafadan çaylar gelirdi hiç umulmadık anlarda önünüze;
“Radyoda ‘Tamirci Çırağı’ çaldı da.”
“Hayret, ben duymadım!”
“Sen daha gelmemiştin ki o sıra.”
diyerek
bekletilip demlenmiş mutluluğun çaycıyla küçük paylaşımları yaşanırdı zaman
zaman, genç bir delikanlıya tam anlamıyla hitab etmese de.
Genç müşteriler ise sınıf sınıftı. Bir
gündüzcüler vardı, bir türlü kendilerinin de bilemediği nedenlerden ötürü okulu
asıp tüm gün yuvalananlar, diğer bir grup ise okul zili çaldığında çoktan King
masasına kareyi kurup oturmuş olanlar. Başka bir grup ki; pencere kenarlarına
tam siper mevzilenenlerdi, asıldıkları kızların bir gondol süzülüşünde yavaş
yavaş geçişlerini bir ayin havasında, kaçamak bakışlarla çevresindekilere belli
etmeden ve iç geçirerek seyredenler. Hele hele bir de; ciddi ya da sahte ya da
kurgu olarak kızlar yanlarında birileri ile görülmeye görsün, filtresiz sigaraya
bir filtresiz sigara daha eklenirdi, eskisinin ateşinden körüklenerek yakılan.
En son grupsa, az evvel sözü edilen dikine hiçbir yere bakmadan yürüyen
kızların yanında eğilip bükülüp, kendi söylediklerine kendi gülen
delikanlılardan oluşurdu, uçuşan saçlarını ellerinin ayalarıyla düzelterek
kahvenin kapısından içeri muzaffer bir komutan edasıyla girenlerden. Bu roller;
her gün değişiklik gösterse de, o gün mutlaka bunlardan birini oynardık hep,
sırasıyla her birimiz.
Eğlenceli günler ise; genelde babanın
zulmünden korkmuş bir annenin, kahvehanenin orta yerindeki oyun masası başından
karnesi on iki kırıklı çocuğunu sürükleyip götürmesi ya da eve harcayacağı
nafakayı konkene yatırmış kapıcının, karısının huysuzlukla ağlayan çocuklarını
yeşil çuha üzerinde kâğıtların bir kenarından diğerine kaydığı oyun masasına
bırakıp, “Ne halin varsa gör” diyerek
izbeleşmiş, oksijensiz havayı talan etmesi, karşılıklı atışmalar, tiratlar
doldururdu, her sabah saatli maarif takvim yaprağı koparılmış günleri. Kimi
zaman olayda sözü geçen bir replik, günlerce kahvehanede özel kelime, hitap ya
da lakap olarak severek kullanılabilirdi, olay anına tanık olunmasa da.
Mars ederken, taşa giderken, sanzoti
çekerken unutulan yanık uçlu sigaraların açtığı deliklerle desenlenmiş örtülü
masalarda, günler tüketilirdi, “bu gün de
akşam oldu” diye diye. Ne dalgalı saçlar gibi uçuşan nikotinin dumanı, ne
tuvaletten kaçan sidik kokusu, ne fokurdayan çayın demi, ne de tozuyan isteka
tebeşiri. Hepsi bir umut çorbasında; zengin fakir, yaşlı genç, iyi kötü demeden
birlikte anaforlanırdı. Salonun kahvehane uğultusunu bastıran siyah beyaz, tek
kanallı, altı tuşlu televizyon, radyodan kalma mutad alışkanlıkla dinlenir,
bakışları topta, kâğıtta, zarda, bardakta eriyen şekerde olanların bir kaç
cümlelik yorumlarıyla konular olsa olsa esnetilirdi; üç beş yıl sonrası için
kahvehanenin camının çerçevesinin indirilmesi, hatta söyleyen dudağın sahibi
tarafından bile tanınamayacak hale getirilmesi için, yeterli bir neden olarak
karşımıza çıkacağını o günlerde bilemeden.
Her tür kahraman ve kahramanlık
öykülerinin dillendiği, dinlendiği masalarda, yeri gelir kimin av kimin avcı
olduğu birbirine karışırdı, anlatanı bile hayrete düşürerek.
Kışın ayazı, yazın kavurucu sıcağı,
baharın deli yağmurları için iyi bir sığınaktı,
yavaş yavaş yüzlerindeki tüyleri gün be gün kıla dönüşenler için.
Yalandan da olsa günlük gazeteler okunur, o bileti karaborsaya düşmüş meşhur
filmin en canalıcı sahneleri sonuyla birlikte anlatılır, maç yorumsuz futbol
takımlarının bitmeyen çekişmeleri laf ebeliğinden öte gidemezdi.
En belirgin gözlem; Romantizm gibi gözükse
de, aslında o yıllardaki Romantik duyguları besleyen Platonik ilişkilerdi.
Herkesin içinde beslediği, ancak elin ele, tenin tene dokunması bile başlı
başına bir gecelik düş olup, kendi varlığının bilinmezliğine büyük bir
sadakatle bağlanmasıydı. Kadın kısmısını, erkek kısmısını bir
yana koyarsak; arabalara, bisikletlere, sporculara, şarkıcılara, en çok da
sinema artist ya da aktristlerine tutulan tutulanaydı, bir eksiği
başroldekilerin kendi bilgisi dışında. Ondandır ki; genç odalarının, bekâr
odalarının dolap kapakiçleri, arka cepte taşınmaktan yarım aya dönüşmüş cüzdan
araları hep bunlarla süslüydü, iç sıkıldıkça bakıp huzur bulmak için. Özetle
bir tür uyuşturucu niyetine çekilen bir nefeslik enfiye gibiydi ve gizlice
alınmış, silüeti makasla kesilmiş siyah beyaz fotograflar.
O yıllarda evler; bodrum dahil üç katı
geçmeyen, bahçe içinde dut ağaçlı, hanımelli, çimentosu bol, ağır demir
kapılıydı. Her evin, o evde yaşayanlarca yaşamlarından sindirdiği bir kokusu
vardı, kireç badana dahi yapılsa geçmeyen. Ama içlerinde yaşananlar beş aşağı
beş yukarı aynıydı, gelir düzeyinin abartısını taşımaksızın.
Gıcırdayarak açılan kapıları, zor kapanan
macunları dökülmüş pencereleri koyarsak bir yana, genellikle kapı yan
duvarlarına takılı, dikdörtgenin köşesinden çalınmayı bekleyen siyah, yuvarlak düğmeli
ziller hiç değişmezlerdendi. Paspaslar daha çok eskimiş ve kaçmış kadın
çoraplarından örülürdü. Giriş kapısının arkasındaki duvara mutlaka dayanmış bir
çalı süpürgesi bulunduğundan, rastlanması şaşkınlık dahi yaratmazdı. Yani, bu
basit temizlik aracı bir övünçtü eve gelenlere karşı, orta yerde görünmesinin
utancı olamazdı ki. Yine, aynı dar alana sıkışmış kömür kovası, yırtık
dikişleri arasından görünen balon yapmış turuncu iç lastiğiyle meşin futbol
topu, yanında süpürgeye yaslanmış kül küreği, kömürü tutuşturmak için
istiflenmiş bir kaç odun ve çıra niyetine kullanılan kırık portakal kasası
parçaları, duvara çakılı kırmızı tahta topuzlu askılığa birbiri üzerine abanmış
mantolar, paltolar, atkılar, bereler, eldivenler, altında ne olur ne olmazlık
eskilerden kalma bir ceviz saplı siyah erkek şemsiyesi, üzeri dağlanarak
işlenmiş ve artık kullanılmayı bekleyen ölmüş dededen miras baston, arka
bahçede kurutulacak çamaşır, dövülecek halı kilimi asmak için halat kelepi,
kızılcık sopası ve patiskadan ağzı sicimle büzülmüş mandal torbası, kapının
üzerindeki dar alınlıkta lise ders kitaplarına bile konu olmuş o meşhur trafolu,
metal kampanalı kapı zili. Tahtadan ve çoğunlukla el imalatı, bir ucundan diğer
ucuna bağlanmış telden spiral kordona büzüştürülmüş örtüsüyle, ayakkabı ve
terlik kokularını bastırmaya çalışılan ayakkabılık; kimi zaman üzerinde boyası
dahi olmayıp, içi lebaleb erkek, kadın terlikleri dolu olan. Evin tüm
odalarında rastlayacağınız; çevirmeli, siyah bakalitten elektrik düğmeleri ve o
tıkırtıyla yaktığı salon hariç tavanlarından beyaz kablo ucunda sallanan çıplak
ampulleri. Basit çerçeveli, ince uzun, sıvayı parçalamak uğruna zorla da olsa
çakılamamış ve sonunda öylesine tutturulmuş bir çivinin ucunda emaneten duran
ve yılda bir cereyandan çarpan kapının şiddetine dayanamayıp kıç üstü yere
düşmekten bir köşesi kırılmış, boy aynası. İlk bakışta, evin odalarının tüm
ahşap pervazlarının toplaştığı sanılacak kadar çok kapı kanadının gelenleri
karşıladığı antre.
Girişi küçültmesin diye yalnızca onun dışa
açıldığı tuvalet ve banyo kapısı. Yerler mozaik betondan. Alaturka tuvalet taşı
tuzruhuyla iyice parlatılmış. Duvarın köşesine çakılı iki küçük çiviye asılı
ipte sallanan pamuklu taharet bezleri. Öksürerek çalışan, basmalı, ayakları
ıslatmalı sifon ve yerde sizi karşılayan üzeri dağlanarak motiflenmiş, kamyon
lastiğinden kesilmiş kemerleri nalçalarla çakılı tahta nalınlar, tabii ki
tuvalet taşının üzerinde kullanılmak üzre ya da ayaklar banyo yaparken sabundan
kaymasın diye. Karşı köşede, onca azametine rağmen banyo yaparken olanca
cüssesine inat, ondan beklenmeyen ılıklıkta su ısıtan kahverengi termosifon
yerini alırdı. Alttaki haznesinde tahta parçaları yakılırdı üzerindeki su
kazanını ısıtmak niyetiyle. Ancak soğuk kış günlerinde, yalnızca niyet çoğu
zaman yeterli gelemezdi. Herşeye rağmen, yanarken duyulan yanık portakal
sandığının kokusu, ısınan kazanın kükremesi, içinde yanan odunların çökme sesi,
en kötüsü de tam istim tutmuşken yıkanmanın artık bitmesi. Alaturka tuvaletle
termosifon arasında metal borulu, ucu sabit teneke duşlu ve sularını akıtarak
doldurduğu mermer blokundan oyulmuş iki kulaklı kurnası, armatürüne asılı
ıslaklığın şekilsizliğinde kurumuş ve suyun kirecinden sertleşmiş el örgüsü lif
ve Bursa işi kesesi, hemen hemen her zaman kesik ve akmayan, sadece açıldığında
garip sesler çıkartan, kararmaya yüz tutmuş musluğu, çamaşırdan bebeğe kadar
her şeyin içinde yıkandığı boy boy, renk renk eskiciden, eski gömlek pantolon
karşılığında alınmış laylon leğenleri, sular akmadığında ya da ayda bir toplu
olarak beyaz iç çamaşırlarının içinde küçülmüş sabunların rendelenerek
kaynatıldığı çamaşır kazanı. Banyoyu dış havayla kucaklaştıran buzlu camlı
küçük pencerenin yüksek denizliğine zulalanmış ve herkes tarafından görülmesi
engellenmiş eski görünümlü hatta yer yer paslanmış jiletli traş makinası,
çubuğu döndürmeli, kimi çiçek gibi ortasından iki yana açılan. Her gün ovularak
parlatılmaya çalışılmış ancak kararmış çatlaklara yapılacaklar çaresiz kalmış
lavabo, duvardan çıkma, yüksekten akan musluğu, üzerinde bir yanda traş tasının
içine oturtulmuş taş sabunu, jileti, makinası diğer yanda kokulu el sabunu.
Duvarındaki çiviye yassı boncuk zincirle asılmış, kenarları nem aldığından
sararmış, hatta yer yer kararmış, gülen bakışların yakışmadığı, küçük,
dikdörtgen ve köşeleri kesik, iki askı deliği metal puntolu aynası. Tavanında
düşük mumlu ışığı nekeslikle yansıtan, buzlu, dönmeli karpuz lambası.
Pazar günleri banyo kapısı açıldığında
ıslak saçlarıyla içeriye hapsolmuş firari buharlar arasından sahneye çıkanı,
karşısındaki mutfaktan hınzırca kaçan yeni demlenmiş karanfilli ıhlamur kokusu
karşılardı, alkışsız ıslıksız. Muşamba ya da naylon örtüleri dalga dalga
kesilmiş ahşap mutfak raflarındaki tabak çanağın düşmesini önleyen boylu
boyunca çakılmış çıtaları, tahta mandallı dolap kapakları, üzerindeki
maşrapasıyla içi içme suyu dolu toprak küpü, merdanenin oklavanın üzerinde
yuvarlanmasını bekleyen hamur açma tahtası, kapı kollarına asılı ipten pazar
fileleri, bir köşede üstüste konmuş kararmış bakraçlar, mozaik tezgah üzerinde
tahta saplı, yarım küresinin dışında dört siyah boncuk bacaklı, içinde her tür
çiğ yiyeceğin pişirilebildiği elektrik ızgarası, uzay kapsülü gibi park etmiş
duran nadir kullanılan kek pişirme fırını, musluk altını örten perdenin
arkasında açık sirke, kapalı teneke Vita yağı, içi boş depozitolu kalın camlı
süt, kahverengi uzun boyunlu Tekel birası şişeleri, mavi renkli ispirto,
tuzruhu, naylon torbalı arap sabunu ve mahalleye arasıra uğrayıp, bir günlüğüne
çevirmeli körüğü gömebilecek toprak çukuru kazılabilecekleri bir bahçede iskan
kuran çingenelerin kalayladığı kapaklı tencereleri, kenarları girintili
çıkıntılı sahanları, tablasına dikilmiş, kullanılmaktan küçülmüş beyaz mumları,
tekel kibritleri, üzerinde yemek pişirilen ortasındaki küçük üç gözlü gaz
ocakları, havagazı kesildiğinde kullanılan pompalı, telden üç ayaklı ispirto
ocağı ve memesini temizlemek için iğnesi, elektrik kesilmelerine karşı yaşama
kalınan yerden devam etmek için duvarlarda yakılmayı hazır bekleyen sırtı
aynalı, fitilli gaz lambası. Antreye geri dönersek; tek açık kapılı yerin
mutfak olduğu, ayan beyan görünürdü.
Yatak odasının kullanımı, yalnızca
ebeveyne aitti ve mahremiyetini vurgularcasına kapısı, sıkı sıkıya kapalı
olurdu. Perdeleri her zaman çekili olduğundan, kapı dışından bakıldığında buzlu
ve tırtıllı camı en karanlık olanıydı hep. Pembe şeker rengi saten perdeli,
pirinç başlıklı, gıcırdayan somyalı, denkli, yatak kenarları işlemeli, naftalin
kokulu, bohçalıydı yatak odaları o yıllarda. Evin; ince, uzun, iki kişilik tek
yastığı bu odada yer bulurdu, evlenirken söylenmiş “bir yastıkta kocayın” temennisinin, inatla haklılığını kanıtlarcasına.
Yıllanmış olsa da ütüsü üzerinden eksik olmayan bir erkek takım elbisesi ve
parlak kumaştan dikili askıya asılı kadın elbisesi, üstüste katlanıp
istiflenmiş, her motifi kabul günlerinden özenle öğrenilerek örülmüş kazaklar,
örtüler, nakışlar.
Bir diğer sıkı sıkıya kapalı kapı ise
misafir odasına açılırdı. Ancak misafir geldiğinde kullanılan, havası bile evin
diğer odalarından farklı kokan, gün içinde girilmesi zorunlu hale gelirse önce
giriş izni alınan, sonra eşiğindeki ıslak yer bezinde terlikler çıkartılıp çoraplı
parmak uçlarında en kısa sürede salonu terk etme niyetiyle tedirgin sessizlikle
çıkılan, hatta tüm bunlar kapı kapatılırken bile hissedilebilen adeta kutsal
bir mabetti. Sehpalardaki kül tablalarının ev halkı tarafından kullanımı
yasaktı. Salon kırk yılın başı gelen misafir için açılsa da her gün içerisinin
tozu mutlaka alınırdı, ne olur ne olmaz misafirin ne zaman geleceği belli olmaz
diye. Diğer odalara göre daha az kullanıldığından en temiz sulandırılmış kireç
badanalı duvara sahipti. Bir ömür boyu kullanılacağı düşüncesiyle ihtimam
gösterilen koltuklara, koltukların kol ve boyunluklarına, büfelere, vitrinlere göznuru
işlemeli örtüler üçgen, dörtgen biçimle serilirdi.
Evin en çok kullanılan ve neredeyse tüm
zamanın geçirildiği bölümü ise yatmaya kadar oturma odası diye adlandırılırdı.
Ancak yatma zamanı geldiğinde nereden çıktığı bile belli olmayan, yılda bir
hallaçlanmış yorganların, yastıkların, kabartılmış yün yatakların üzerine beyaz
çarşafların örtüldüğü bir yatakhaneye dönüşürdü birden bire. Gün içinde divan
olarak kullanılan, duvar kenarlarına kumaşından kaplı beş düğmeli sert uzun
yastıkların yaslandığı, büzgü birleşimleri biyeli, örtüleri, simli kırlentleri,
duvarına çivilerle asılmış dereden su içen ve doymak bilmeyen geyikli duvar halısı,
yerde ise motifleri herkese göre farklılaşan, tüm hayallerin kurulabileceği
hatta oynatılabileceği, bakarken düşünülebilen, günlük sorunlara çözümler
bulunabilen desenli halısı, hane demirbaşlarının başını çekerdi. Ev halkının
ortak yaşamı burası kabul etmesi, ısınma dışında da kırk iki işe daha istemeden
hizmet verdirilen sobası, tavanda tur atarak dolanan hatta kimi evlerde odadan
odaya dahi geçebilen onun boruları, iç içe geçen üst kapakları, çevirmeli baca
mandalı, yatağa girilirken sevgili gibi koyunlara sokularak yatılan dökümden ızgaralı
demiri, karıştırma mandalı, çıkardığı isten esmerleşmiş hatta yer yer kararmış
pencereler ve tül perdesi dışındaki eşyalar, merkezi ısıtma sistemi sobanın
konuşlanmasına bağlı olurdu, her ne kadar yaz aylarında gözdeliğini kaybetse
de. Üzerinde hem yemek yenen, hem yakın dostlara çay, kahve, ince belli çay
bardağında buzdolabı olmadığından buzsuz ikram edilen rakının yudumlandığı,
sohbetlerin, sevinçlerin, üzüntülerin yaşandığı, gelinlik çağındaki kızların
istendiği, damatlık delikanlılara verildiği, sonradan dizlerin dövüldüğü,
saçların yolunduğu, ev ödevlerinin yapıldığı, derslerin çalışıldığı, spor toto
kuponlarının, hatıra defterlerinin doldurulduğu, gün biterken bir eksiklik dahi
duyulmaksızın günlük gazetenin haberlerinin okunduğu, çizgili kâğıtlara aşk
şiirlerinin karalandığı, hasret dolu mektupların yazıldığı, ekose renkli
muşamba örtüsü raptiyelerle tutturulmuş, dört ahşap bacaklı tahta masa ve
çevresine dizili mutlaka bir bacağı kısa topal iskemleleri, üzerinde kesik
camlı şişesiyle tütün kolonyası, tabanı oturan geniş kadın kalçalı, ince uzun
boyunlu, ağzı halkalı ve yine camdan tıpalı su sürahisi, yanında camdan
altlığına baş aşağı dönmüş üzeri yine dantel örtülü, kalın, şişman su bardağı,
boy sırasında üst üste kule olmuş ders kitapları, defterleri, biri çift renkli
iki kurşun kalem, tam ortasında boyuna asmak için ip geçirilmiş, kullanılmaktan
yuvarlaklaşıp küçülmüş bir silgi, kırık bir kalemtraş ve sayıları silikleşmiş
tahta cetveliyle okul gereçleri eksiksiz bulunurdu. Bir kenarda maun ya da
ceviz etajer üzerinde, ısındıktan sonra ışığı yeşile dönüşen ve mutad
örtülerden biriyle başı süslü lambalı radyo; parazitler içinde türküleriyle,
Zeki Müren’iyle odanın baş köşesine kurulurdu. Yanında özenle yan yana dizilmiş,
içinde kurumuş yapraklarıyla bir kaç aşk romanı ya da şiir kitabı, boş karton
kesme şeker kutusu içindeki dut yapraklarının arasında gezinerek, kendine koza
örüp kelebek olmayı bekleyen beş tane beyaz ipek böceği, çekmecelerinde ise
dikiş nakış örgü gereçleri bulunurdu. Duvarındaki aynanın ahşap çerçevesine
sıkıştırılmış asker, sılaya yolcu edilmiş ya da mazbut bakışlı yitirilmiş bir
dostun, gülmeye çabalan bir bebeğin kenarları tırtıllı karakalem rötuşlu
resimleri ya da uzak diyarlardan gönderilmiş bir kartpostal odaya renk katardı.
Köşe sehpa, üzerinde yeni okunmuş ve üst kattaki komşu çocuğuyla değiş tokuşu
bekleyen avuç içi neminin limelediği çizgi roman kitapları, bir de sıkça
kullanılan kül tablasıyla sadeliğini korurdu.
İşte gençliklerin, yaşlılıkların,
çocuklukların geçtiği evler beş aşağı beş yukarı bu donatılara sahipti, kimisi
alt kimisi üst katta oturmalarının dışında.
Naylon poşetleşmemiş ya da yere atılacak
kadar ambalajlara sahip değildi yaşam; sıradan, gönülden geçerken ki kıvamında
sürerken. Sigara paketlerinin ne jelatini vardı ne de pamuklu turuncu uçlu
filitreleri. Bundandır ki; sokak çöpçülerinin en büyük düşmanı sararmış hazan
yaprakları olurdu, onca ağaçtan düşenlerini süpüre süpüre toplamanın
zorluğunda. Boş şişeler kırılmış da olsa ortalarda karşımıza çıkmazdı, üç
tanesinin karşılığında bir tanesinin dolusu alınabildiğinden. Kullanılmış boş
yağ tenekeleri, gazeteler sayesinde takaslanmış, sicim ip üzerinde salınan
çamaşırların uçmasını önleyen tahta mandallar süslerdi balkonları. Plastik
leğenlerse daha çok evin erkeğinin ışığa tutulunca arkası görünecek kıvamına
gelmiş pantolonlarının takasından alınırdı. Aliminyum kovaların dibi
delindiğinde de kömür kovasına dönüşürdü.
İşte yukarıda nefes nefese sıralanmış bu
mekanlar ve ayrıntılar göreceli olarak çok mu yetersizdi, yoksa çok mu
gereksizdi bilinmez ancak, her ayrıntı onurla yaşanırken anlam kazanırdı.
Örneğin bir soba öyküsü, işin yabancısına tek başına bir pranga mahkumluğu gibi
gözükse de onunla yaşanan ilişkideki her ritüel her seferinde eksiksiz, baştan
savmadan, dürüstlük içinde, sobadaki odunu kömürü çıra, gazete kağıdıyla
tutuşturmak, söndürmek, temizlemek, onunla zaman zaman ocak niyetine yemek,
kahve pişirmek, çay demlemek, kimi zaman ıslak çamaşırları kurutmak başlı
başına öykünün kahramanı olarak bile anlatılabilecek derinliği sahipti. Belki
de bir soba sayesinde yakacağın, yiyeceğin, içeceğin, hatta çöpün bile her
kırıntısı yaşam içinde bir anlam ve değer kazanır, kazanımlar bir kültür
aktarımıyla nesilden nesile efsanelerin sürmesine neden olduklarından, aile
efradının bir ferdi olarak bile algılanabilirdi. Sözün gelişi soba denmişti.
Çamaşır ipinden su küpünün tasına kadar tüm diğer ayrıntılar; hem tek başlarına
aynı güce sahip, hem de diğer nesneler ile sıcak ilişkide olduklarından, her
biriyle aynı genişlikte yaşanması, yaşamın bizzat kendisini oluştururdu. Bu
tersi için de geçerli olduğundan, biz onlar sayesinde yaşamı oluşturur,
oluşturduğumuz yaşamın içine girip var olanı da bizzat yaşardık, çok fazla dert
yanmadan, yakınmadan, gocunmadan ve alınmadan. Önceden hazırlanıp önümüze
sunulmuş ve biz kokmayan yaşamları yaşamadığımız ya da bir başka deyişle herkes
kendi bedeninin terini yaşamının kokusuna sindirdiğinden, kendi düşen ağlamaz
oynanırdı bir tatlı huzur içinde. Bir yaz gecesinde, kimin çaldığı bir muamma
olan tambur sesi işitilmesi, eşlik edebilmek için mutfakta bir kadeh şarap
hazırlanmasına neden olabilirdi. Kimin çaldığı ise bizler için olduğu kadar,
çalan için de önemsizdi. Yani ne çalan ne de dinleyen için fa diyez sesinin
kimseye, huzurdan başka getirisi yoktu.
Şimdilerde değil genç kuşaklar, ortayaşı
devirmişler için bile bu anlatılmaya çabalananlar, bir sağır muhabetini
aşamayacağı da kuşkusuzdur, o günlerin kokusunu, kokusundaki lezzeti hiç
bilmediklerinden ya da kimine göre bilmek de istemediklerinden.
Bu geçmişin kokusu, bir zorlamayı
gerçekleştirebilmekten çok, yaşama şansını bulmuş ya da bulamamış, bilmek
şansını yakalamış ya da yakalayamamışlar için; olsa olsa bilgi mahiyetinde bir
hatırlatmadır.
Yazılanlar; düz bir metin olarak hızla
hiçbir duygu beslemeden okunabilir ki, bunda yadırganacak ya da eleştirilecek
de hiç bir yan yoktur. Ancak şu bir gerçek ki; hâlâ bir cümle arasında göz kitaptan
uzaklaşarak mola hakkını kullanmak istenirken “Yahu hanım, Rahmetli anamın sana
verdiği bir sahan vardı... hatırladın mı?... şimdi nerede, biliyor musun?... Ne
günleri yemişik o sahanda, hatırlar mısın? ...” gibisinden eskicinin kokusunu
duyacak kimlikler hâlâ nefes alıp verebilmekte yaşadığımız bu günlerde, o
yıllar birer tatlı mazi olarak çoktan yerlerini almış olsalar da.
Sevgilerimle...
ahb
not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.
En azından yarısından fazlası tanıdıktı tüm bu sıraladıklarının, esprilerin ise "bonusu" oldu... Eline, diline sağlık, çok güzel resmedilmiş...
YanıtlaSil