26 Kasım 2012 Pazartesi

Şeytan Uçurtmaya Bindiğinde

abim, uçurtma(sürüm 2.0) ve ben      Çubuk-960
     Yıllardan, 1960 ihtilaline bir kaç dakika kalmış günlerdi, Ankara'nın Çubuk'undaki o 4-5 yıllık süreçte yaşananlar. Küçük bir çocuk olarak kırsalın nimetlerinden yararlanmanın çabasına giriştiğim yıllar. Her gün yaşamdan bir parçayı kopardığım, keşfettiğim, yalnızca ben biliyormuşum gibi bildiklerimin gözümden fışkırdığı mevsimler. Tek katlı bahçeli evimiz, ilkokulun tam karşısında. Yuvarlanıp akan bir yaşama dem tutarken abimle oluşan dört kişilik aileye bir de dedem eklenmiş. Askerliğinin bitmesine yakın Çanakkale Savaşı kopmuş, savaş sonrası daha kendini bulamamışken yaşadığı topraklarda yaşanan vahşetin ardından Kurtuluş Mücadelesine katılmış, esir düşmüş, esir kampından kaçıp tren altında üç gün seyahat ederek sınıra ulaşmış, aktarmalarla doğudan zorunlu çıkış yaptığı yurda batıdan girmiş, savaş sonrası gecikmiş evliliğine ancak babamı sığdırabilmiş, benim doğduğum senede de freni patlamış bir kamyon bayır aşağı en yüksek sürate ulaşırken dedemi de elindeki ekmekle yakalayıp altına almış, morga öldü diye kaldırıldıktan sonra babamın yaşam belirtilerini ihbar etmesiyle ameliyata alınmış ve hastane çıkışında da kalan yirmi senelik yaşamını bizle birlikte geçirmişti. Evin duvarlarının dışında kalan bölümde, dedem onca badireyi atlatan o değilmişcesine; eker, biçer, sular, yetiştirir ve yedirirdi hepimize. Savaşın yarattığı kıtlığın acısını bildiğinden olsa gerek tam bir sulu tarım delisiydi. Sabah uyandığımda uyku mahmuru bahçeye inmem, onu görmem yeterliydi benim için. Dizlerinin üzerinde toprağa abanmışken, yüzünü bana doğru çevirerek Güneş gibi güldüğünü hatırlarım. Ağır ağır ayağa kalkar, ellerini birbirine çırparak silkeler ve ardından elimden tutup bahçenin diğer köşesine götürür, yürürken bahçeye yeni ektiği tohumların olduğu yerleri özenle göstererek fidelerin sonrasını güvence altına almış olurdu. Sonra, yüzümüzü Güneşe vererek bir toprak kümbetin tepesine yana yana otururduk. Cebinden çıkardığı çakısıyla kopardığı en kırmızı domatesi ya da en gevrek salatalığı ya da en sulu armutu soyar, dilimler, çakısının sivri ucuna batırarak toprak kokulu elleriyle yedirirdi.
     Babam sabah çıktığı eve öğlen vakti yemeğe gelirdi. Akşam ise filesinde ekmek ve ısmarlanmış bir kaç parçayla gezine gezine geri döner, özenle balkondaki solmuş lacivert brandalı şezlongunda gazetesini sırtını dayayarak okurken, uzatma kablosunun ucundaki balkon iç duvarına astığı ahşap oymalı konsola tutturulmuş hoparlörden, parazitler eşliğinde radyodan yankılanan ajans haberlerini dinlerdi.
     Annemse, dört erkeğin çamaşırı, bulaşığı, aşı için sabahı akşam ederdi. Süt, yoğurt, yumurta, tavuk, bakliyat gibi kimi temel gıda maddeleri kasabanın yerlisinden doğrudan parası mukabilinde alındığından bakkaldan alınanlar şeker, nişasta, sabun ile sınırlı kalırdı... bir de ekmek ve gazete.
     Sevgili biraderim ise çalışkan bir talebeydi ve büyük şehrin sükseli okulunu dereceye girerek kazanması ile de delile gerek kalmaksızın başarısını kanıtlayarak leyli olarak okumaya başlamıştı.
     Beni sorarsanız, günümüz Karagöz Hacivat muhabbetinde tam bir “Libero” idim. Herkesle ya da her şey ile arkadaş olmanın derdindeydim. Örneğin evimizin çaprazında kalan elekrik direğinin tepe dörtgenine yuva kuran Leylek çiftiyle çok iyi dosttum, her ne kadar onların bundan haberi olmasa da. Hemen yanıbaşlarındaki tarladan itinayla seçilmiş, gagayla taşınmış saman demetlerinden yaptıkları pofuduk yuvalarında biri hep otururken diğeri gözlerini ondan ayırmadan başında dikilirdi. Ve ayaktakini hep erkek kuş olarak görürdüm. Zira davranışları bende, saraydaki soylu bir prens kadar yakışıklı, beyefendi ve alicenap izlenimi uyandırırdı. En çok da güz gelince göç etmeleri koyardı içime. İnatçıydım ve inadım bende bir Nemrutluk olarak cisim bulsa da aslında günümüz deyimiyle, tam bir “muhalif” idim. Güvenliğim ise zayıfa karşı hissettiği zaafiyeti had safya ulaştırmış dedemin bastonunun ucundan sağlandığından günümüz yasalarına göre dokunulmazdım, hatta dokunulamazdım.
     Yine günlerden hüznün uğramadığı bir hazan vakti, kasabanın erkânı pazar günü uçurtma şenliği yapmak üzere sözleşmiş. Rahmetli peder, o yıllarda kasabanın Hakim'lerinden biri. Şenlik öncesindeki akşam, kolunun altında kestirilmiş çıtalar, renkli kâğıt dürümleri, dosyaların yirmilik destelerini paketleyen urganlarla eve gelişini hiç unutmuyorum. Yemek sonrası, nişastadan yapıştırıcı kaynatılarak ılımaya bırakıldı. Çıtalar çatılarak urgan ile tam ortasından birbirlerine sıkıca bağlandı. İp kukası, uçlardaki çentiklere gerdirerek dolandırılıp altıgen iskelet oluşturuldu. Sıra geldi üzerinin kaplanmasına, yapışkanla iplere kırmızı defter kaplama kağıdını kenarlarından gerdirerek tutturulmasına. Mavisinden iki parmak kalınlığında çubuklar keserek, altıgenin geniş kenarları boyunca yapıştırıldı, daha incelerinden de göbekten yansıyan ışınlar niyetine süslendi. Sıra geldi kuyruğuna. Sanırım o kısmını tam hatırlamıyorum, yalnızca anlatılanlardan tanıklık hissi ağır basıyor. Kısaca, sabah uyandığımda uçurtma; tüm haşmeti ve topuğuna basılmış iskarpinsiz külhaniliğinde, bütün gece bizi beklemişcesine beyaz badanalı duvara çıtalarını yaslamış, adeta bize kaytan bıyıklarını buruyordu. Bir süre sonra "hadi" dendiğinde sanki ben uçuracakmışım gibi canhavliyle yerimden fırladıysam da şems-i uçurtma, yeni doğmuş ilk erkek çocuk ihtimamında çoktan babamın kucağına bayılmış, kapıdan dışarı çıkmak üzereydi. Üçer beşer, uçurtmasını kapan yavaş adımlarla salınarak okulun yan tarafındaki ağaçsız tarlada toplaşıyordu. Babamda özgüven haddini aşmış, önünden geçen her uçurtmaya alaycı tebessümle dudak büküyordu. Kalabalıktan biraz uzaklaşarak babam işaret parmağını dudaklarının arasından sokup çıkardı. Ucundaki ıslaklığı havada dikine çevirerek rüzgârın estiği yönü saptayıp işaret parmağını hiç kapatmadan ileriye doğru uzattı ve "bu tarafa..." diyerek biraderime ilk talimatını vermiş oldu. Bendeki boy şimdilerdeki gibi yine öksüz. Ancak uçurtmanın bir ucu yerdeyken bile üst ucuna başımı havaya dikerek baktığımdan, ihtişamdan çok azamete dönüşmüştü bir gecede ortaya çıkan rüzgâr sevdalısı. Biraderimin elleri arasındaki uçurtmanın altıgenine dolandırılarak köşelerine yün çilesi gibi tutturulmuş kuyruk, çözülmeye başlansa da öylesine uzundu ki, çözmenin sonu bir türlü gelmiyordu. Meret, İran kedisi pofudukluğunda, rengahenkti. Zira bilinen oydu ki, o yıllarda defter kaplama kağıdı ya mavi ya da kırmızıydı. Hatta mavisinden ileriki yıllarda hava taaruzuna karşı karartma yapılan gecelerde pencere camları ya da ampuller, araçların farları bu renk defter kaplama kağıdıyla kamufle edilecek, öten siren sesiyle birlikte mavinin tonlarından oluşmuş bir yaşamla yüzyüze kalınacak ve öyle gecelerde kendimi hep; bir anda bir başka zamana düşmüş, bir başka Dünya’da yaşıyor hissedecektim.
     Ucu bir türlü gelmeyen şemsin kuyruğuna geri dönebilirsek, üzeri 7 ile 77 renk arasında ebemkuşağı gibiydi, biz başımıza gelecekleri bilmesek de. Meğerse peder bey, gecenin bastıran uykusuna dayanamayıp yıkılmamızdan sonra kuyruğa, eline geçirdiği tüm renkli kâğıtları keserek bağlamış. Birader, hiç uçmamış uçurtmanın çatalından tutup havaya kaldırdığında, yalnızca lastik konçları esnemiş çoraplarının altındaki boyası kaçık ayakkabıları gözükmekte. Peder bey, bir çomağa sekiz çizerek doladığı ipi kukadan boşaltmış, sonrasında orta yerinden çatala doğru ipi gerdirerek beklemeye başlamıştı. Mizandaki üçgen piramit gerildikçe belirginleşti ve uçurtma tüm bedeniyle rüzgâra karşı direnmeye başladığında, onca kilosundan beklenmeyen bir çeviklikle fırlayıverdi yerinden gerisin geriye, başladı tarlanın tozunu dumanına katmaya. Ancak, rüzgârın tombul çocuğunun bu azimli hızına inat şems nazlanıp, kırıtmakta, Hülya Koçyiğit'in sahil yolunda koşmasından beter "yerden iki karıştan yükseğe çıkmam" diye ayak sürümekte. Nefes tükendiğinde, uçurtma da olduğu yerde 20 cm yükseklikten yıkıldığından, ayakta durup dururken kapaklanmak gibi hasar almamıştı. Yaşım küçük olduğu için etraftan izleyen gözlerde, uçurtmadan ziyade karizmanın düştüğünü biz olmasak da babam anlamış ve ihale biraderimin "yeterince iyi tutmadığı"nda kalmıştı.
     İkinci denemede, ip yine gerdirildi, abimse “herhalde benim yüzümdendi” diyerek bu kez daha bir ciddiyetle şemsi havaya kaldırdı. Hatta öndelik verircesine ayakuçlarının üzerinde yükseldi, nefesini tuttu titrek bir heykel görüntüsünde. Peder bey, yine gerisine dönerek kösele ayakkabısıyla keseklere bata çıka koşturmaya başladı, kaçamak bakışlarla uçurtmanın durumunu denetlerken. Şemsin başını gökyüzüne çevirmesi yüzünde memnuniyet ifadesine henüz neden olmuştu ki, ipi tutan kolu sertçe gerisinde kaldığında eski memnuniyetsizliği kalıcı olarak iskan izni aldı. Zira, kibirlenmekten tam vazgeçip dikine yükselmeye hazır karar vermişken, bu kez de tombul ve uzun kuyruğu anızbaşlarına takılmış ve beklenen aynı sonuçla, yine kırmızı şeytan sürülmemiş tarla toprağı üzerine yüzükoyun kapaklanmıştı. Karizma bir kez daha bir alt kümeye düşmüştü. Bize sabahları süt getiren köylü babamın yanına doğru tırsık tırsık yanaşıp;
"Hakim beğ...Hakim beğ... sanırım guyruu eccük uzun dutmuşunguz..." 
"Peki, çakın var mı yanında?"
"Vaa!"
"O zaman, ne kadar olması gerekiyorsa oradan kes..."
"Emrin olur Hakim beğ" diyerek kendince orta yerinden tutup cebinden çıkarıp açtığı bileylenmiş çakısıyla kesti. İran Kedisi kılıklı kuyruğun bir kısmı “kendi kaçmış kuyruğu vukuat mahalinde yadigar kalmış” kertenkele gibi tarlanın orta yerinde kalkmamak üzere uzanmış yatıyordu.
     Bir sonraki denemede fırlıyor ateş parçası şems ama aynı hızla bu kez de toprak keseklerin üzerinde secde ediyor. Peder bey söylenirken bir meslektaşı yaklaşıp alçak sesle;
"Emin Bey, üzerini çok süslemişsin, öyle ki ağırlığını rüzgâr kaldıramıyor" diye uyarmak zorunda kalıyor.
"Ne yapmalı?"
"Bence hepsini sök..."
     Başlıyor özenle yapıştırdıklarını uçurtmanın üzerinden ayırmaya. Tabii ki, iyi yapışmışlar tam sökülmüyor ya da ayrılırken kırmızı kâğıttan parçaları da beraberinde alıp götürüyordu. Artık uçurtma daha çok; kuyruğu kesilmiş, tüyü yolunmuş sonrada havuza düşüp kendi çabasıyla kurtulmuş kedi görüntüsünde. Anlaşılacağı üzre, İran'dan çok uzaklarda. Son hamle, tükenmiş nefes de edilen küfürlerle sarf edildiğinden umutsuz bekleyişe inat kırmızı şeytan, kedinin pençesinden son anda sıyırtmış kuş misali öyle bir fırlıyor ki gökyüzüne doğru, bir anda pederin yüzü aydınlanıyor. İpi saldıkça uçurtma havalandıkça havalanıyor yükseğe. Ancak, ha şimdi, ha şimdi derken, biraz da umutlar yitirildiğinden okulun ağaçlarının yanına gelindiği fark edilmiyor. Toplu fark ediş, uyarı haykırışları, ardından toplu sessizlik ve beklenen son. Kırmızı şeytan, kavak ağacının dallarının arasına iltica etmekte buluyor kurtuluşu. Ve o an anlıyor ki, çizilen kariyeri bırakıp bir kenara, cenaze evine dönmüş yüzümüzdeki ifade çok daha önemli. Bu kez basıyor kahkahayı.
"Tüü sana, bir şeytan uçurtması bile olamadın, yuh olsun sana... birazdan gör de kendinden utan" diye sitemle uçurtmaya yönelik attığı tiratla bize doğru bekleyin diye eliyle işaret edip evin yolunu tutmuş ve kısa süre sonrası aynı hızla geri dönüp yanımıza elinde iki tabaka kâğıt ile gelmişti. Katlayarak yapma süresi iki nefes arası kadardı. İpin ucunu elime tutuşturup;
"Arkana bakmadan koş ve biz diyene kadar da durma" diye sıkı sıkı tembih etmişti.
     Elime doladığım pamuk ipliğini yukarıya doğru kaldırıp ardıma bakmadan koşarken, şeytanı göremesem de önümde görünüp iki yanımdan menzilimin dışına çıkan insanların mütebessim yüzlerinden rüzgârla işbirliği içinde kafa ata ata uçtuğunu anlıyorum. Hani abartarak çizilmiş olsa, Nazım’ın siparişi bir Abidin Dino harikası da denebilecek Mutlulukta.
     Her ne kadar bir sonraki Pazar günü, işi bilenlerce anlatılan her ayrıntı aynı dikkatle yerine getirilerek yapıldığından, güneşli gökyüzünü feth etmiş olsa da yeryüzünde onun bu mahir süzülüşüne bizden başka kimse göz tanıklığı etmemişti.
     Elimde kalan bakiyeye bakıldığında; ilk Pazar günü kırmızı şems bir uçsaydı, Şeytan ile tanışmam yaşamımın daha sonrasına ertelenecekti. Dahası, çalımından yanına dahi yaklaşılamayacak, şemse olsa olsa dokunabilecek ya da ancak eve getir götür nakliyesinde yardımcı olabilecektim.
     O günden sonra elimde kalan gerçek oydu ki; uçurtma, bir çocuğun belki de hiç ulaşamayacağı özlemleriydi. Zira o, maviliklerde kendi meşrebince süzülürken onu seyredenelerin yüzlerinde beliren tebessüm, aslında bir çocuğun tasmasından tuttuğu düşlerini gökyüzünde gezdirmesinden alınan keyiften öte değildi.
     Ama şeytan için aynı sözler söylenemezdi. Zira sivri tepeli, aslında bir çocuğun içindeki palamarı çözük sandalıydı, çırpınan mavi bir denizin ortasında lumbozlarına dayanmış küreklerine acemice abanılmışcasına bir o yana bir bu yana baş salladığına bakılırsa. Alaaddin’in lambasının okşandığında özgürlüğüne kavuşan firari Cin’i gibi bir çocuğun çırçıplak içiydi, dışıyla paylaşmaktan kaçınmadığı, acemice, kirlenmemiş saflığının tüm muzipliğinde. Oysa, Şeytan beden içine hapsedildiğinde saçacağı kötülüklerin nedenini başkalarına yüklemek yerine, azad edilmiş bir masumiyetten doğacak güzellikleri kendinde aramanın cesaretini sergiliyordu, hem de göğsünü şişire şişire. 
      Hiç, iki yüzü birden kullanılmamış kaymak kağıttan bir şeytan uçurtmam olmadı... ya da yapmadım. Kağıt inceyse, annemden gizli makaralı dikiş ipliğine bağlardım. Kalınsa, manav kasalarına dolanmış pamuk iplik iyi yön tutardı. Ve hiçbiri, bir gün boyu uçmadı, ya yamuldu ya da ben... Ancak hiç aklıma uçurduğumun içimdeki şeytan olduğunu, iblis ne kadar içimi kandırmış ki fark etmedim. İşte, belki de ruhumun boğasına vurulan son çapraz kılıç bu olsa gerek. 
     Kısaca; içindeki Şeytan’ı dışında aramak, görünmezliğine güvenerek günah keçisinden başka rol vermemek olsa olsa şark kurnazı bir Şeytanlıktan başka ne olabilir ki ?
     Herkesin kendine ait bir Şeytan’ı olduğu ya da kendi kadar zeki ya da aptal olduğu görülebilirse, Şeytan’ın bizzat benlik olduğu noktasında buluşulması şaşırtıcı olmasa gerek.
     Kimileri kendi Şeytan’larını özgür bırakarak; Şeytanına Mutluluğun resmini çizdirtir ya da yazdırtır ya da Düşünen bir adamın tavrını taşın kafasına çekicini vurdura vurdura yontturtur ya da Şeytan’ının sağır kulaklarına inat bir senfoni bestelettirtir ya da Şeytan’ının alıp götürdüklerini satamaması için oturup dua eder.
     Sözün özü; herkes Şeytan’ına mukayyet olsun, neler yapabileceği önceden belli olduğundan.

Sevgilerimle... 
ahb 

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder