abim, uçurtma(sürüm 2.0) ve ben Çubuk-960 |
Yıllardan, 1960
ihtilaline bir kaç dakika kalmış günlerdi, Ankara'nın Çubuk'undaki o 4-5 yıllık
süreçte yaşananlar. Küçük bir çocuk olarak kırsalın nimetlerinden yararlanmanın
çabasına giriştiğim yıllar. Her gün yaşamdan bir parçayı kopardığım,
keşfettiğim, yalnızca ben biliyormuşum gibi bildiklerimin gözümden fışkırdığı
mevsimler. Tek katlı bahçeli evimiz, ilkokulun tam karşısında. Yuvarlanıp akan bir
yaşama dem tutarken abimle oluşan dört kişilik aileye bir de dedem eklenmiş.
Askerliğinin bitmesine yakın Çanakkale Savaşı kopmuş, savaş sonrası daha
kendini bulamamışken yaşadığı topraklarda yaşanan vahşetin ardından Kurtuluş
Mücadelesine katılmış, esir düşmüş, esir kampından kaçıp tren altında üç gün
seyahat ederek sınıra ulaşmış, aktarmalarla doğudan zorunlu çıkış yaptığı yurda
batıdan girmiş, savaş sonrası gecikmiş evliliğine ancak babamı sığdırabilmiş,
benim doğduğum senede de freni patlamış bir kamyon bayır aşağı en yüksek sürate
ulaşırken dedemi de elindeki ekmekle yakalayıp altına almış, morga öldü diye
kaldırıldıktan sonra babamın yaşam belirtilerini ihbar etmesiyle ameliyata
alınmış ve hastane çıkışında da kalan yirmi senelik yaşamını bizle birlikte
geçirmişti. Evin duvarlarının dışında kalan bölümde, dedem onca badireyi
atlatan o değilmişcesine; eker, biçer, sular, yetiştirir ve yedirirdi hepimize.
Savaşın yarattığı kıtlığın acısını bildiğinden olsa gerek tam bir sulu tarım
delisiydi. Sabah uyandığımda uyku mahmuru bahçeye inmem, onu görmem yeterliydi
benim için. Dizlerinin üzerinde toprağa abanmışken, yüzünü bana doğru çevirerek
Güneş gibi güldüğünü hatırlarım. Ağır ağır ayağa kalkar, ellerini birbirine
çırparak silkeler ve ardından elimden tutup bahçenin diğer köşesine götürür,
yürürken bahçeye yeni ektiği tohumların olduğu yerleri özenle göstererek
fidelerin sonrasını güvence altına almış olurdu. Sonra, yüzümüzü Güneşe vererek
bir toprak kümbetin tepesine yana yana otururduk. Cebinden çıkardığı çakısıyla
kopardığı en kırmızı domatesi ya da en gevrek salatalığı ya da en sulu armutu
soyar, dilimler, çakısının sivri ucuna batırarak toprak kokulu elleriyle
yedirirdi.
Babam sabah çıktığı eve öğlen vakti yemeğe
gelirdi. Akşam ise filesinde ekmek ve ısmarlanmış bir kaç parçayla gezine
gezine geri döner, özenle balkondaki solmuş lacivert brandalı şezlongunda
gazetesini sırtını dayayarak okurken, uzatma kablosunun ucundaki balkon iç
duvarına astığı ahşap oymalı konsola tutturulmuş hoparlörden, parazitler
eşliğinde radyodan yankılanan ajans haberlerini dinlerdi.
Annemse, dört erkeğin çamaşırı, bulaşığı,
aşı için sabahı akşam ederdi. Süt, yoğurt, yumurta, tavuk, bakliyat gibi kimi
temel gıda maddeleri kasabanın yerlisinden doğrudan parası mukabilinde
alındığından bakkaldan alınanlar şeker, nişasta, sabun ile sınırlı kalırdı...
bir de ekmek ve gazete.
Sevgili biraderim ise çalışkan bir
talebeydi ve büyük şehrin sükseli okulunu dereceye girerek kazanması ile de
delile gerek kalmaksızın başarısını kanıtlayarak leyli olarak okumaya
başlamıştı.
Beni sorarsanız, günümüz Karagöz Hacivat
muhabbetinde tam bir “Libero” idim. Herkesle ya da her şey ile arkadaş olmanın
derdindeydim. Örneğin evimizin çaprazında kalan elekrik direğinin tepe
dörtgenine yuva kuran Leylek çiftiyle çok iyi dosttum, her ne kadar onların
bundan haberi olmasa da. Hemen yanıbaşlarındaki tarladan itinayla seçilmiş,
gagayla taşınmış saman demetlerinden yaptıkları pofuduk yuvalarında biri hep
otururken diğeri gözlerini ondan ayırmadan başında dikilirdi. Ve ayaktakini hep
erkek kuş olarak görürdüm. Zira davranışları bende, saraydaki soylu bir prens
kadar yakışıklı, beyefendi ve alicenap izlenimi uyandırırdı. En çok da güz
gelince göç etmeleri koyardı içime. İnatçıydım ve inadım bende bir Nemrutluk
olarak cisim bulsa da aslında günümüz deyimiyle, tam bir “muhalif” idim.
Güvenliğim ise zayıfa karşı hissettiği zaafiyeti had safya ulaştırmış dedemin
bastonunun ucundan sağlandığından günümüz yasalarına göre dokunulmazdım, hatta
dokunulamazdım.
Yine günlerden hüznün uğramadığı bir hazan
vakti, kasabanın erkânı pazar günü uçurtma şenliği yapmak üzere sözleşmiş.
Rahmetli peder, o yıllarda kasabanın Hakim'lerinden biri. Şenlik
öncesindeki akşam, kolunun altında kestirilmiş çıtalar, renkli kâğıt dürümleri,
dosyaların yirmilik destelerini paketleyen urganlarla eve gelişini hiç
unutmuyorum. Yemek sonrası, nişastadan yapıştırıcı kaynatılarak ılımaya
bırakıldı. Çıtalar çatılarak urgan ile tam ortasından birbirlerine sıkıca
bağlandı. İp kukası, uçlardaki çentiklere gerdirerek dolandırılıp altıgen
iskelet oluşturuldu. Sıra geldi üzerinin kaplanmasına, yapışkanla iplere
kırmızı defter kaplama kağıdını kenarlarından gerdirerek tutturulmasına.
Mavisinden iki parmak kalınlığında çubuklar keserek, altıgenin geniş kenarları
boyunca yapıştırıldı, daha incelerinden de göbekten yansıyan ışınlar niyetine
süslendi. Sıra geldi kuyruğuna. Sanırım o kısmını tam hatırlamıyorum, yalnızca
anlatılanlardan tanıklık hissi ağır basıyor. Kısaca, sabah uyandığımda uçurtma;
tüm haşmeti ve topuğuna basılmış iskarpinsiz külhaniliğinde, bütün gece bizi
beklemişcesine beyaz badanalı duvara çıtalarını yaslamış, adeta bize kaytan
bıyıklarını buruyordu. Bir süre sonra "hadi" dendiğinde sanki ben
uçuracakmışım gibi canhavliyle yerimden fırladıysam da şems-i uçurtma, yeni
doğmuş ilk erkek çocuk ihtimamında çoktan babamın kucağına bayılmış, kapıdan dışarı
çıkmak üzereydi. Üçer beşer, uçurtmasını kapan yavaş adımlarla salınarak okulun
yan tarafındaki ağaçsız tarlada toplaşıyordu. Babamda özgüven haddini aşmış,
önünden geçen her uçurtmaya alaycı tebessümle dudak büküyordu.
Kalabalıktan biraz uzaklaşarak babam işaret parmağını dudaklarının
arasından sokup çıkardı. Ucundaki ıslaklığı havada dikine çevirerek rüzgârın
estiği yönü saptayıp işaret parmağını hiç kapatmadan ileriye doğru uzattı
ve "bu tarafa..." diyerek biraderime ilk talimatını vermiş oldu.
Bendeki boy şimdilerdeki gibi yine öksüz. Ancak uçurtmanın bir ucu yerdeyken
bile üst ucuna başımı havaya dikerek baktığımdan, ihtişamdan çok azamete
dönüşmüştü bir gecede ortaya çıkan rüzgâr sevdalısı. Biraderimin elleri
arasındaki uçurtmanın altıgenine dolandırılarak köşelerine yün çilesi gibi
tutturulmuş kuyruk, çözülmeye başlansa da öylesine uzundu ki, çözmenin sonu bir
türlü gelmiyordu. Meret, İran kedisi pofudukluğunda, rengahenkti. Zira
bilinen oydu ki, o yıllarda defter kaplama kağıdı ya mavi ya da
kırmızıydı. Hatta mavisinden ileriki yıllarda hava taaruzuna karşı karartma
yapılan gecelerde pencere camları ya da ampuller, araçların farları bu renk
defter kaplama kağıdıyla kamufle edilecek, öten siren sesiyle birlikte mavinin
tonlarından oluşmuş bir yaşamla yüzyüze kalınacak ve öyle gecelerde kendimi
hep; bir anda bir başka zamana düşmüş, bir başka Dünya’da yaşıyor
hissedecektim.
Ucu bir türlü gelmeyen şemsin kuyruğuna
geri dönebilirsek, üzeri 7 ile 77 renk arasında ebemkuşağı gibiydi, biz
başımıza gelecekleri bilmesek de. Meğerse peder bey, gecenin bastıran uykusuna
dayanamayıp yıkılmamızdan sonra kuyruğa, eline geçirdiği tüm renkli kâğıtları
keserek bağlamış. Birader, hiç uçmamış uçurtmanın çatalından tutup havaya
kaldırdığında, yalnızca lastik konçları esnemiş çoraplarının altındaki boyası
kaçık ayakkabıları gözükmekte. Peder bey, bir çomağa sekiz çizerek doladığı ipi
kukadan boşaltmış, sonrasında orta yerinden çatala doğru ipi gerdirerek
beklemeye başlamıştı. Mizandaki üçgen piramit gerildikçe belirginleşti ve
uçurtma tüm bedeniyle rüzgâra karşı direnmeye başladığında, onca kilosundan
beklenmeyen bir çeviklikle fırlayıverdi yerinden gerisin geriye, başladı
tarlanın tozunu dumanına katmaya. Ancak, rüzgârın tombul çocuğunun bu azimli
hızına inat şems nazlanıp, kırıtmakta, Hülya Koçyiğit'in sahil yolunda
koşmasından beter "yerden iki karıştan yükseğe çıkmam" diye ayak
sürümekte. Nefes tükendiğinde, uçurtma da olduğu yerde 20 cm yükseklikten
yıkıldığından, ayakta durup dururken kapaklanmak gibi hasar almamıştı. Yaşım
küçük olduğu için etraftan izleyen gözlerde, uçurtmadan ziyade karizmanın
düştüğünü biz olmasak da babam anlamış ve ihale biraderimin "yeterince iyi
tutmadığı"nda kalmıştı.
İkinci denemede, ip yine gerdirildi,
abimse “herhalde benim yüzümdendi” diyerek bu kez daha bir ciddiyetle şemsi
havaya kaldırdı. Hatta öndelik verircesine ayakuçlarının üzerinde yükseldi,
nefesini tuttu titrek bir heykel görüntüsünde. Peder bey, yine gerisine dönerek
kösele ayakkabısıyla keseklere bata çıka koşturmaya başladı, kaçamak bakışlarla
uçurtmanın durumunu denetlerken. Şemsin başını gökyüzüne çevirmesi yüzünde
memnuniyet ifadesine henüz neden olmuştu ki, ipi tutan kolu sertçe gerisinde
kaldığında eski memnuniyetsizliği kalıcı olarak iskan izni aldı. Zira,
kibirlenmekten tam vazgeçip dikine yükselmeye hazır karar vermişken, bu kez de
tombul ve uzun kuyruğu anızbaşlarına takılmış ve beklenen aynı sonuçla, yine
kırmızı şeytan sürülmemiş tarla toprağı üzerine yüzükoyun kapaklanmıştı.
Karizma bir kez daha bir alt kümeye düşmüştü. Bize sabahları süt getiren köylü
babamın yanına doğru tırsık tırsık yanaşıp;
"Hakim beğ...Hakim beğ... sanırım guyruu eccük uzun
dutmuşunguz..."
"Peki, çakın var mı yanında?"
"Vaa!"
"O zaman, ne kadar olması gerekiyorsa oradan kes..."
"Emrin olur Hakim beğ"
diyerek kendince orta yerinden tutup cebinden çıkarıp açtığı bileylenmiş
çakısıyla kesti. İran Kedisi kılıklı kuyruğun bir kısmı “kendi kaçmış kuyruğu
vukuat mahalinde yadigar kalmış” kertenkele gibi tarlanın orta yerinde
kalkmamak üzere uzanmış yatıyordu.
Bir sonraki denemede fırlıyor ateş parçası
şems ama aynı hızla bu kez de toprak keseklerin üzerinde secde ediyor. Peder
bey söylenirken bir meslektaşı yaklaşıp alçak sesle;
"Emin Bey, üzerini çok süslemişsin, öyle ki ağırlığını rüzgâr
kaldıramıyor" diye uyarmak zorunda kalıyor.
"Ne yapmalı?"
"Bence hepsini sök..."
Başlıyor özenle yapıştırdıklarını
uçurtmanın üzerinden ayırmaya. Tabii ki, iyi yapışmışlar tam sökülmüyor ya da
ayrılırken kırmızı kâğıttan parçaları da beraberinde alıp götürüyordu. Artık
uçurtma daha çok; kuyruğu kesilmiş, tüyü yolunmuş sonrada havuza düşüp kendi
çabasıyla kurtulmuş kedi görüntüsünde. Anlaşılacağı üzre, İran'dan çok
uzaklarda. Son hamle, tükenmiş nefes de edilen küfürlerle sarf edildiğinden
umutsuz bekleyişe inat kırmızı şeytan, kedinin pençesinden son anda sıyırtmış
kuş misali öyle bir fırlıyor ki gökyüzüne doğru, bir anda pederin yüzü
aydınlanıyor. İpi saldıkça uçurtma havalandıkça havalanıyor yükseğe. Ancak, ha
şimdi, ha şimdi derken, biraz da umutlar yitirildiğinden okulun ağaçlarının
yanına gelindiği fark edilmiyor. Toplu fark ediş, uyarı haykırışları, ardından
toplu sessizlik ve beklenen son. Kırmızı şeytan, kavak ağacının dallarının
arasına iltica etmekte buluyor kurtuluşu. Ve o an anlıyor ki, çizilen kariyeri
bırakıp bir kenara, cenaze evine dönmüş yüzümüzdeki ifade çok daha önemli. Bu
kez basıyor kahkahayı.
"Tüü sana, bir şeytan uçurtması bile
olamadın, yuh olsun sana... birazdan gör de kendinden utan" diye
sitemle uçurtmaya yönelik attığı tiratla bize doğru bekleyin diye eliyle
işaret edip evin yolunu tutmuş ve kısa süre sonrası aynı hızla geri dönüp
yanımıza elinde iki tabaka kâğıt ile gelmişti. Katlayarak yapma süresi iki
nefes arası kadardı. İpin ucunu elime tutuşturup;
"Arkana
bakmadan koş ve biz diyene kadar da durma" diye sıkı sıkı tembih etmişti.
Elime doladığım pamuk ipliğini yukarıya
doğru kaldırıp ardıma bakmadan koşarken, şeytanı göremesem de önümde görünüp
iki yanımdan menzilimin dışına çıkan insanların mütebessim
yüzlerinden rüzgârla işbirliği içinde kafa ata ata uçtuğunu anlıyorum.
Hani abartarak çizilmiş olsa, Nazım’ın siparişi bir Abidin Dino harikası da
denebilecek Mutlulukta.
Her ne kadar bir sonraki Pazar günü, işi
bilenlerce anlatılan her ayrıntı aynı dikkatle yerine getirilerek yapıldığından,
güneşli gökyüzünü feth etmiş olsa da yeryüzünde onun bu mahir süzülüşüne bizden
başka kimse göz tanıklığı etmemişti.
Elimde kalan bakiyeye bakıldığında; ilk
Pazar günü kırmızı şems bir uçsaydı, Şeytan ile tanışmam yaşamımın daha sonrasına
ertelenecekti. Dahası, çalımından yanına dahi yaklaşılamayacak, şemse olsa olsa
dokunabilecek ya da ancak eve getir götür nakliyesinde yardımcı olabilecektim.
O günden sonra elimde kalan gerçek oydu
ki; uçurtma, bir çocuğun belki de hiç ulaşamayacağı özlemleriydi. Zira o,
maviliklerde kendi meşrebince süzülürken onu seyredenelerin yüzlerinde beliren
tebessüm, aslında bir çocuğun tasmasından tuttuğu düşlerini gökyüzünde
gezdirmesinden alınan keyiften öte değildi.
Ama şeytan için aynı sözler söylenemezdi.
Zira sivri tepeli, aslında bir çocuğun içindeki palamarı çözük sandalıydı,
çırpınan mavi bir denizin ortasında lumbozlarına dayanmış küreklerine acemice
abanılmışcasına bir o yana bir bu yana baş salladığına bakılırsa. Alaaddin’in
lambasının okşandığında özgürlüğüne kavuşan firari Cin’i gibi bir çocuğun
çırçıplak içiydi, dışıyla paylaşmaktan kaçınmadığı, acemice, kirlenmemiş
saflığının tüm muzipliğinde. Oysa, Şeytan beden içine hapsedildiğinde saçacağı
kötülüklerin nedenini başkalarına yüklemek yerine, azad edilmiş bir
masumiyetten doğacak güzellikleri kendinde aramanın cesaretini sergiliyordu,
hem de göğsünü şişire şişire.
Hiç, iki yüzü birden kullanılmamış kaymak kağıttan bir şeytan uçurtmam olmadı... ya da yapmadım. Kağıt inceyse, annemden gizli makaralı dikiş ipliğine bağlardım. Kalınsa, manav kasalarına dolanmış pamuk iplik iyi yön tutardı. Ve hiçbiri, bir gün boyu uçmadı, ya yamuldu ya da ben... Ancak hiç aklıma uçurduğumun içimdeki şeytan olduğunu, iblis ne kadar içimi kandırmış ki fark etmedim. İşte, belki de ruhumun boğasına vurulan son çapraz kılıç bu olsa gerek.
Hiç, iki yüzü birden kullanılmamış kaymak kağıttan bir şeytan uçurtmam olmadı... ya da yapmadım. Kağıt inceyse, annemden gizli makaralı dikiş ipliğine bağlardım. Kalınsa, manav kasalarına dolanmış pamuk iplik iyi yön tutardı. Ve hiçbiri, bir gün boyu uçmadı, ya yamuldu ya da ben... Ancak hiç aklıma uçurduğumun içimdeki şeytan olduğunu, iblis ne kadar içimi kandırmış ki fark etmedim. İşte, belki de ruhumun boğasına vurulan son çapraz kılıç bu olsa gerek.
Kısaca; içindeki Şeytan’ı dışında aramak,
görünmezliğine güvenerek günah keçisinden başka rol vermemek olsa olsa şark kurnazı
bir Şeytanlıktan başka ne olabilir ki ?
Herkesin kendine ait bir Şeytan’ı olduğu
ya da kendi kadar zeki ya da aptal olduğu görülebilirse, Şeytan’ın bizzat
benlik olduğu noktasında buluşulması şaşırtıcı olmasa gerek.
Kimileri kendi Şeytan’larını özgür
bırakarak; Şeytanına Mutluluğun resmini çizdirtir ya da yazdırtır ya da Düşünen
bir adamın tavrını taşın kafasına çekicini vurdura vurdura yontturtur ya da
Şeytan’ının sağır kulaklarına inat bir senfoni bestelettirtir ya da Şeytan’ının
alıp götürdüklerini satamaması için oturup dua eder.
Sözün özü; herkes Şeytan’ına mukayyet
olsun, neler yapabileceği önceden belli olduğundan.
Sevgilerimle...
ahb
not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder