15 Kasım 2012 Perşembe

Bir Resim, 2 İsim...

 
Bu yazı 11 Haziran 2007 tarihinde eski yahoo360 güncemde yayımlanmıştır. ahb
 
Madem ki bugünlerde ardıma bu kadar dönüp dönüp bakar olmuşum bir kere, ben de uyanıp gözlerimi açana kadar, düne ait belleğimde yosunlaşmış anıları 8mm lik karelerde sürdürmeye karar verdim. Gerçekte ben, düşümden her ne kadar sıçramak istesem de, yaşamım beni kendi düşüne ısrarla sürükler oldu. Hoş, uyanmak isteyen de yok zaten ortalarda...
 

Dün günlerden pazardı ve ÖSS ye bir hafta kala, oğlanın sınava gireceği sınav salonunun görülmesi gerekiyordu. Babamın da benim de okuduğum Ankara Atatürk Lisesinin bahçe kapısından girdiğimizde, o günlerden bu güne; futbol sahasının zeminin otopark olarak da kullanılabilmesi için topraktan asfalta dönüşmesi, yan bahçeye kondurulmuş kapalı spor salonu, Atatürk büstünün, veciz sözlerinin üzerine bitiştirip set üstüne taşınması, ortadaki basketbol sahasının çim futbol sahasına dönüştürülmesi dışında, kayda değer bir değişiklik göze çarpmıyordu. Akasya, kavak ağaçları daha serpilmiş, bahçedeki kantinin yeri değiştirilmiş ve saç kulübeden betonarme bedene kavuşmuştu. Hepsi hepsi o kadar. Günlerden pazar olduğu için tüm kapılar kilitliydi. Nöbetçi penceresine yaklaşıp, önce gerekçeli niyetimi öne sürmeme rağmen, ek olarak 35 yıllık bir geçmişten söz etmem, karşımdaki gözlere daha geçerli bir neden oluşturdu. Yüzündeki tebessümle kapıya kadar gelerek, tüm kilitleri açıp bizi içeri aldı. Zikredilen yıllardan bu yana havadaki, koridordan koridora, duvardan duvara çarpıp uçuşan kokuyu, zilsiz teneffüs etmediğimin farkına vardım o an. Yıllar öncesinin konferans salonu karşıladı, hem de aynı ahşap kahverengi boyalı kapılarıyla. Ardından koridora yönelirken refakat eden hizmetli, hangi yıllarda sıralara dirsek sürttüğüm üzerine, yürürken derin bir sorgulama oturumu başlattı. Birden yaşımın kemiyetinin doğal sonucu hatırlamakta zorlandığım anılardaki ayrıntılara, son darbeyi aynı tebessümle vurdu; “Yoksa siz, Deli Veli’nin zamanından mısınız?”. Helal bee dedim. O dönem bundan daha iyi adlandırılamazdı. Bizzat yaşadıklarımı, o günleri bana birden bir efsanenin episodlarını sıralamaya başladı ardı ardına. Çok komikti, yıllarca tek tek içinden benim de geçtiğim zaman tünelini, yine bana Dedekorkut masalı keyfinde anlatıyordu; anlattıklarının içindeki sol arkadakinin ben olduğumu bilememeksizin. Söylediğine göre; bu maceralar yıllarca lisede nesilden nesile, kıdemli hizmetliden çömez hizmetliye aktarıla aktarıla süre gelmiş. Öyle ki; kimi gerçek yaşanmışlıklar rivayete, kimi rivayetler de gerçek bir efsaneye dönüşmüştü adeta.
 

Çift pencereleriyle, yerin mozaiğiyle, duvarlarıyla, sınıf kapılarıyla bizim sınıflarımızdı karşımda duran, sıraların, karatahtanın, kürsünün dışında... ha bir de karatahta önündeki ahşaptan yapılmış yüksek platformlar kaldırılmıştı artık. Bakışlarım sınıfın penceresinden dışarıya kaçtığında, bahçedeki okul müdür lojmanını aradı gözlerim. Ancak yanlış yöne baktığımı anlayan hizmetli, anında müdahale ederek doğru yöndeki lojmanı parmağının ucuyla gösteriverdi. Sade beyaz leblebi atılmış gazozların, çıtır simitlerin alındığı kantin, yıllarla alay edecesine inatla yerini de, camekanlarını da değiştirmeksizliğinin, keyfini sürdürüyordu. Ancak aynı değişmezliğe tuvaletler zamana karşı koyamamış, kırık aynasız, kararmış lavabosuz, kapanmayan kabin kapısız, tümüyle tertemiz seramiğe bürünmüştü. Ancak her okuldaki sigara baskınlarında baş rolü üstlenen tuvalet, ana giriş kapıları karşılık beklemeksizin hala, aynı sadakatle inayetini korumaktaydı.
 

Bana yine, ancak bir lise emektar hizmetlisinin gösterebileceği sıcak refakatine teşekkür etmek düşüyordu, karşılığında üçüncü neslin de aynı mekanda başarıya ulaşması dilekleriyle yanaklarımdaki sıcaklıkla ayrıldım, zamanında Hocalar dışında her şeyin erkek cinsinden oluşmuş dişi sineksiz lisemden.
 

Aradan geçen yılların, solunan o günleri gereksiz yere silip süpürmesine izin vermemişlere,  şükranlarımı sunuyorum.
 

Bir kaç saat sonrasında Hacettepe Mezunlarının mekanı olan Beyazev’de birden lise mümessilim, dostum, arkadaşım Turaç (Turhan Menteş)’la burun buruna geldim. Kendisiyle lise-1 den bu yana sıklıkla olmasa da sürekli iletişimi sürdürebildiğim, geçen süreçte gençliğimin bu günlere kadar sürükleyebildiği yürekli adamlarından biri olduysa da, ilk kez onu böylesine omuzları düşük, gözleri dolu duruşuna şahit olmuştum. Dayanamayıp o an bombayı patlatı... “Kızı nişanlıyoruz...” Artık ne o lisedeki disiplinli ne de o üniversitedeki disiplinsiz zor günler... bir kız babası olarak hissettiklerine oracıkta, kolayca ortak olmuştum o an. Zira bu güne kadar hep ya istemişizdir ya da tersi... Ama şimdi öyle mi? Bir kız babası olarak; hem öncelikle kabullenişin zor gelişi hem de paşa paşa durumu kabullenişe yelken açan rüzgara sevinç duymak... üstelik kendi dışında başka bir delikanlıya... Böyle bir durumda insan, kendi içindeki kurtları beslemiyor da değil ha, 
"yahu, yoksa ben mi artık delikanlılıktan ihtiyarkanlıya dönüştüm de, birileri kibarca ve üzmeden saf değiştirmek istiyor ne?... oysa ki, bunca yıldır ne güzel de birlikte yuvarlanıp gidiyorduk... yoksa yoksa gönül tahtından bir yuvarlanış, bir indirilişin başlangıcı mı bu?... tamam tamam bahane arıyorum, duygularıma ters düşse de uydurabilmek adına... 60ları, 70leri, 80leri görmüş, aynı zamanda canlı canlı içindeki ters akıntılarında yüzmüşlere son darbedir bu, belki de".
 

Ellerinin arasından gökyüzüne kanat çırpacak güvercinini salıveren Turaç’a; gönül dolusu sevgiler, tebrikler... Güzellikler getirmesi dileklerimle...
 

Yine bugün, aynı dönemden mahalle arkadaşım Taner Çelik’in bir roportajı Hürriyet'in Seyahat ekinde gözüme çarptı. Kızların, delikanlılığında dalgalı saçlarına yüreklerini sızlatmasını bir yana süpürürsek; birlikte Elmadağ’a, içinde 12 kişiyle yayıldığımız Fargo otobüslerle ulaşıp, tahta kayaklarla gençlik heyecanlarımıza su serptiğimiz günlerin yadigarıdır bana.
 

Geçen Kasım ayında, 30 küsur senedir görüşmeyenlerin buluştuğu o İstanbul gecesinde, Asmalımescit’teki Yakup2 nin bize bakan garsonunun, kaza yapmış ve ayak bileğini sakatlamış bir motorcu olduğunu öğrendiğinde; 
“Basıyorsun di mi, Allah ne verdiyse?... fırt fırt aralardan slalom yapıyorsun di mi?... sokak kıyafetiyle kasksız sürüyorsun di mi?” sorularına hep “evet” yanıtını aldığında dönüp demişti ki; “Kusura bakma ama, sen uzun yaşamazsın..." Ardından kurs, eğitim almasının gereğinden söz etmiş ve olması gerekenlerin hepsinin, bu öğrenmenin yanında eğitilebileceğinden söz etmişti, civan ruhuyla entellektüel yavaşlığına hala ayak uyduramamış İstanbul’un hızlı delikanlısına. Ancak garsonun sağ kulağında tutuklanması gereken bu samimi aynı zamanda hayati temel bilgilerin, sol kulağına geçebilen delinmiş gizli bir tünelden firar ettiklerini anladığında, sözüne devam etmeye değer bulmamıştı, ne yapsan nafilenin sabrına sığınarak.
 

Kısaca bir motorsiklet sürmenin, sürmenin keyfinin, keyfininse nasıl çıkarılacağını aşağıdaki linkten paylaşabilirsiniz.
 

Ancak; muhabirin emeğine saygısızlık olmaması için yalnızca son cümlesiyle noktalamak istiyorum. 
“Galatasaray’ı tutuyorum ama yaptıklarını tasvip etmediğim de binlerce taraftarı var. Bu da öyle bir şey. Herkesin doğrusu, güzeli kendine. Bir milyondan fazla üyesi olan dünyanın en büyük motosiklet grubu Harley Owners Group’un (HOG) Türkiye’de 750 üyesi var. Çoğunluk benim gibi kişiler. Ancak, birkaçı farklı imajla ortaya çıkınca, bu hepimize mal ediliyor.”
 

Sevgilerimle
ahb

Monday June 11, 2007 - 04:58pm


not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder