4 Kasım 2012 Pazar

Papatyasızlık

Bu Öykü’nün de öyküsü var: 
Geçen gün, Özgür Kardeşim sağ olsun incelik göstermiş ve Rahmetli Erhan Bener için yazdığım, “İlk Ustam’a Vefa” başlıklı 
 http://ahmethaluk.blogspot.com/2010/12/ilk-ustama-vefa.html
eski bir yazımı sevdikleriyle paylaşınca aklıma, ilk yazdığım karalamalar geldi. Ve bu küçük öyküyü; 2-3 yıl öncesi  bir Dostum beni, 6.kitabımı basma dolduruşuna getirdiğinde, karıştırdığım arşivlerimin arasında buluvermiştim. O yılların bir bankasının yılbaşlarında dağıttığı ajanda sayfaları arasında, özene bezene dolma kalemle yazılmış olarak bulduğumda, bunun ilk yazdığım  olduğuna ben de kanaat getirmiştim. Zira ben hala, bu yazıyı yazdığımı hatırlamıyorum. Görüntü o ki; 20 yaşında olduğum ve bu öyküyü benden başkasının okumadığı ya da başkasına okutturmadığım. Sayfaları göründüğü gibi sayısal hale getirdim, noktalamasına, yazım hatalarına elimi bile sürmeden.
Belli ki, o yıllarda virgülün bir dünya nimeti olduğunu henüz keşfedememişim, noktasızlık zaten makûs talihini hala yenememiş olsa da.

Sonuç olarak, bu öykünün benim için; ne içeriği ne kurgusu ne de dolgusuna bakarak değerlendirmekten ziyade, yapılan 20lik bir bebenin acemi de olsa masumiyetini, mahcubiyetini koklayıp, garip bir iç sızısı yaşıyorum.

Paylaştım...
  ahb

      Ufacık bir çocuğun çizebileceği, rüzgârın çizgilerinde ufacık bir nokta idi O. Dengesini sağlayamayacak kadar küçük olması, onu bir hacıyatmaz hareketleriyle alıp çok uzaklara doğru sürükledi. Güzel bir derenin kenarındaki kavak ağacının gövdesine çarptı, yavaş yavaş aşşağı doğru taklalar atarak düştü, düştü,... Uzun zaman düştü. O kadar hafifti ki havada rahatlıkla durabiliyordu. Nitekim otların arasında yuvarlandı. Pek de ferah olmayan çimenlerin arasında durdu. Aslında düşerken her şeyi farkedebiliyordu, sonradan hatırlamamacasına. İki üç çimen onu sevdi üstlerine eğildi, korudu; iki üçü ise yer darlığından şikayetçi olarak mırıldandılar. Küçük tohum utandı, sıkıldı, iyice büzüldü ki diğer çimenler rahatsız olmasınlar diye. Onlar ise yer açılmanın sevinciyle iyiden iyiye yayıldılar, uçları sararmaya yüz tutmuş yapraklarını, bir oraya bir buraya savurdular. Yüzüne gelen sararmış yaprak uçları kırbaç gibi patlıyordu. Hiçbir şey demedi, zaten diyemeyecek kadar zayıf, ufak ve küçüktü. Hatta o kadar küçüktü ki, Doğaana’nın bile ne biçim bir yasa sistemi bile olduğundan haberi yoktu. Havada iyiden iyiye serinlemişti. Büyümekten neredeyse çatlayacak olan kabuğunda ısınmak için biraz toprağa dayandı, biraz daha dayandı...
     En son hatırladıkları bunlardı, bundan bir müddet öncesine dek. Tokat yediği bir sürü çimenle aynı yerde duruyor ve eskiden vurup, ezip, hatta farketmedikleri otun etrafında hayretle bakıyorlardı. Kendisindeki değişikliği hemen farketti. İncecik, narin, hassas ve alabildiğine yeşil bir fidandı. Kendisinin duruşu çimenlere benzemiyordu. Bakındı etrafına bir sürü ot gördü. Ot sürüsünün hepsini çimen zannetti. Bazı çiçekler gördü, kendisinden uzun, kısa, kalın, ince, ihtiyar... Anladı ki Doğaana tek çeşit değil, her çeşidin bir arada yaşayabileceği bir yapı.
     Tam tanıyacağı çevrenin bittiğine inanıyordu ki vücudunda bir yanma hissetti. Döndü kocaman bir diken rüzgârın sallandırışındanmış gibi bir o yana, bir bu yana enine, boyuna sallanıp etrafındaki otların, çiçeklerin en çok da çimenlerin dal, yaprak, çiçek hatta gövdelerini biçiyor. Eğildi, büzüldü. İşte o zaman hatırladı ilk oraya gelişini. Yaralı bir çimen sesiyle ayıldı. Çimen dallarıyla dikenlerin geliş istikametini gösteriyordu. Fısıltı halinde “Bak” dedi. Sağ tarafındaki dikenli bitki, önündeki lalenin yapraklarını hırpalayıp yırtmaya çalıştığı bir sırada doğruldu. Gördüğü manzara korkunçtu. Çorak bir arazide, kalan tek tük dikenler hepsi de aynı cins, hepsi aynı tip ve etraflarında hiçbir bitki olmayan, renksiz vücutların sarı bir toprak zemin üzerinde keyifli keyifli sallandıklarını gördü. Öbür tarafa döndüğünde bir dere aktığını gördü ve derenin hemen karşı tarafında renklerle döşenmiş, gölgesi bol, Güneş’i bol bir kır gördü. En basit soru olarak dikenler aklına geldi. Gördüğü manzara onu ferahlattı. Bazı ufak ağaç dalları dikenlerin üzerinde onların hareket etmesini önlercesine tutuyor, çimenler ise onu yere bağlarcasına örtmüşler. Eskiden tanıdığı Doğaana’nın çok farklı olduğunu, onu anlamaya çalışmanın kolay ve kısa zamanda olamayacağını anladı.
     O sırada gözlerini bu güzel kırdan “öldü” sesiyle çevirdi. Ufacık bir papatya, bembeyaz yaprakları, sapsarı tanecikleri olan çok genç bir bitki. Onu korumadıkları günleri hatırladı, onu hor gördükleri günleri, ittikleri günleri hatırladı. Yapraklarının üzerine eğildi. Ona otların üstünden gördüklerini anlatmaya çalıştı. Korktu çiçeğin kopmasından, onun için daha çok sarıldı. Çünkü çiçeği büyük olması, gövdesinin ince olması onu bir an içinde, onun tazeliğine bakmadan bir an içinde boynunu koparıp veya gövdesini kırıp kalan hayatını kırık bir vücutla geçirmesini sağlayabilirdi.
     Bu arada bir ses ile doğruldu. Bir feryattı, bir yalvarıştı. İlerideki bir dikenin üzerine bir dal düşmüştü. Bu bir ışıktı, sevindi. Can çekişmesini seyrederken bir kaç dal daha düşmesini düşledi, yemyeşil, içinde renklerin oynadığı, ılık ile serinin olduğu bir kır düşledi.
     Bir gürültüyle uyandı düşlerinden. Bir dalda sağındaki dikene gelmişti. Sevindi, tam sevinç çığlığı atacaktı ki cılız bir ses kendine getirdi. Papatyası, o sarı beyaz papatyası. O ki yeşile en güzel giden renk cümbüşü o kalın dalın altında kalmıştı. Bir kaç kere sallandı, yaşamdaki temiz ve sakin güzelliğiyle hiç kımıldamamacasına durdu.
     Islandığını hissetti, yamur yağıyordu. Her yeri yeşil, her yeri sarı beyaz papatyalarla donatmak için. Havaya doğru dikildi, baktı baktı, düşecek başka dalların olup olmadığına, arandı yanına gelebilecek bir papatya tohumuna.
                                    ahb          8.3.1975-Pazartesi-02:00

not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder