31 Ekim 2008 - Ankara |
Bu yazı; aynı başlıkla, 1 Kasım 2008 tarihinde eski Günce'm yahoo360'da yayımlanmıştır.
İki gün öncesiydi... Lise ve Orta Okul,
sınıf, sıra hatta mahalle arkadaşlığı yaptığım, yaptığımdan da "iyi ki"
diyebildiklerimden, o yaşların incir çekirdeği sorunlarından duygusal
yaşamımıza kadar çocukluğumu yaşadığım Arkadaşım Selçuk Demirel ile
yarım gün haset giderme fırsatı ya da şansını yakaladım. Zira; onunla
kendimizin yazdığı, yine makyajımızı kendimizin yaptığı tiyatro bile
yapmıştık... 15 kişiye oynamış olsak da. Okul dönüş yolunun en ateşli
konularının arasında Cüneyt Gökçer'in o yaşlardaki bize görünen azametinin
arkasındaki sanatçı kimliği ya da sanat için yaptıklarını konuşmak evi
geçmemize bile neden olurdu. Sabahlara kadar çizer, ertesi gün çizgilerinde ne
demek istediğini, nasıl anlattığına dair konuşmalar teneffüslere az gelir, sıkı
eğitime ders arasında da devam edilirdi. Bu nedenledir ki; bu gün karşılaştığım
çizilmiş her hangi bir çizgiye olan bakışım, sıradan insanlardan farklılığını
hala korumakta. O yaşlarda hatta daha sonrasında da, bir Dostun bir Dosta
verebileceği belki de hayattaki en kıymetli hediyeydi. Üniversite yıllarımızın
ortalarında istemeden koptuk birbirimizden. İkinci ağızdan aldığımız haberlere
göre; Fransa'ya önce gitti, sonra yerleşti. Sanat dünyasındaki tüm sanatçılarla
çalıştı, müzisyeninden sinemacısına, fotografçısından ressamına, yayımcıdan
köşeli, köşesiz yazarlarına kadar. Belleklerimizden hala silinememiş simgeler,
logolar, afişler, kaset, plak kapakları, tanıtım çizimleri, asıl çizgisi olan
karikatüristliğinin yanında hep koşup gitti.
Bu süreçte; onu her gazete manşetinde,
her adı zikredildiğinde, başarılarını her okuyuşumda aklıma hep bana bir yaşgünümde
yaşattıkları gelir, sanki içimdeki cama sürtünen tırnak sesiyle ruhum taranır,
aynı yönde aksın diye. Kısaca; akşam vakti kapı çalınmış, sırtında bir çuvalla
karşımda bulmuştum onu. Her zamanki sıcak ve muzip sesinin aksine şiveli
olarak;
"Çam sakızı çoban armağanı...
buyur... yaşgünün niyetine... Allah kabul etsin... Amin" diyerek yere
indirdiği çuvalı merakla, bağlanmış sicimini çözerek açtığımda, 20 litrelik bir
yağ tenekesiyle karşılaşmıştım, içi lebaleb gazoz kapağından çocuk patik
tekine, küçülmüş kurşunkalemden kırık kalemtıraşa kadar ne arasam var olan. O
günlerin sıradan yaşgünü hediyeleri olan, plak, kitap, anahtarlık dışında o
kadar hoş gelmişti ki, hangi plağı kim almıştı diye hatırlayamasam da aldığım o
teneke yağ kutusu yaşamımdaki belki de en ayrıcalıklı hediye olmuştu. Kim bilir
belki de, Arkadaşlığımızın ayrıcalıklığıydı hediyeyi unutulmaz yapan.
Sözün özü; 33 seneden fazla olmuş
görmeyeli, 80 li yıllarda akşamın dar bir vakitinde ayak üzeri 5-10 dakikalık
muhabbeti saymazsak. Ne mi oldu? Çorabına sıkıştırdığı Birinci sigarasından
bir tane alıp kat tuvaletinde içilirken duran anı film şeridi, kaldığı yerden
oynamayı sürdürdü. Hani film karesi perde de donup kahverengi bal köpüğü kabarcıklarla
dolar ya, hani karanlıkta ıslık çalınır, "Makiniiist" diye bağırılır
ya, gürültüler beyaz perdenin yeniden aydınlanmasıyla sessizliğe bürünüp, filmi
kaldığı yerden seyre devam edilir ya, filmin koptuğu sinema çıkışında akla bile gelmez ya... işte aynen öyle...
Tıkırtılarla işleyen makineyi, "Pause"dan "Play"e getiren ellere Sevgilerimle...
ahb
not: Diğer yazılarıma, yandaki GÜNCELERİN TÜMÜ bölümünden yıllık/aylık/tek tek ulaşıp okuyabilirsiniz.
tesekkurler halukçum
YanıtlaSilçocuklugumuz ,geldigimiz yer
hepimiz oraliyiz ,
sevgiler
selçuk